01 Mart 2024 04:46

Türkiye'de felaketlerin faktörlerinden öte aktörleri kimler?

Fotoğraf: AA

Fotoğraf: AA

Paylaş

İnsan kendisiz olabilir mi, kendinden vazgeçebilir mi, altruizm/diğerkamlık işin bir yanı ise diğer yanını da egoizm oluşturuyor, insan tüm dünyayı, tüm evreni kendinde toplayabilir mi, kendinin sayabilir mi?

Dünyaya bugünlerde bir meteor çarpmadı, ama toplumlar, insanlar birbirine çarpmaya devam ediyor.

Geçen hafta felaketler çağından, Türkiye’nin içinden geçtiği felaketler döneminden, bunun bazı öne çıkan emarelerinden/gösterenlerinden söz etmiştik. Görünür olanı, yaşadıklarımızı tespit etmek önemli de daha da önemlisi kavramlaştırılmasıdır, ilkelerini, sebeplerini bulmaktır, teorisini yapmaktır, bizzat daha doğrusunu, pratiğini gerçekleştirmektir.

Felsefenin de bilimlerin de yöntemsel ilkesi, önce problemi tanımlamak, problem neyse kaynağını/teorisini orada aramaktır. Pratiğini de doğru yerde gerçekleştirmektir.

Birinci, en başta, problem tanımını doğru yapmak, yaşadıklarımız, felaketler, her şeyden önce ne kadar doğa kaynaklı ne kadar insan toplum kaynaklı onu analiz edip belirlemek gerekiyor. Doğadan doğal olanın bir kısmı “kader” sayılabilir de ya insan eliyle toplumsal kaynaklı olanları neden sayacağız?

Deprem doğal bir sarsıntı ama afet/ölümlerin büyük kısmı doğal değil toplum eliyle yaptıklarımızdan, ekonomi politikten kaynaklı.

İliç, liç yığını, altın madenciliğinin, madenciliğin bu şekilde sürdürülmesi doğal bir durum değil, tümden toplumsal, tümden insan eliyle yaptıklarımızdan, ekonomi politikten kaynaklı. Emekliler sokakta “Geçinemiyoruz, açız” diye haykırıyor. Okulda yemek koalisyonu, büyük bir çaba içinde, okullarda temiz su, doğru düzgün bir beslenme için uğraş veriyor. Kadın hareketleri kadın cinayetleri son bulsun diye haykırıyor. Eğitimciler empoze telkin son bulsun, doğru düzgün eğitim yapılsın diye haykırıyor. İnsanlar ana dilinde eğitim görmek, ana dillerini yaşatmak için haykırıyor. Okullarda temiz suya erişilememesi, çocuklarımızın doğru düzgün beslenememesi, ülkemizden gençlerin beyinlerin göç etmesi doğa nedeniyle mi, elbette değil, bizim yüzümüzden. MESEM de kadın cinayetleri de, işgaller de çatışmalar da, çevre sorunlarının büyük kısmı da bizim yüzümüzden, toplumsal insani meseleleri oluşturuyor.

Bu yazıyı yazarken şu anda öndeki dersliklerin arasında bir grup öğrenci Gazze’deki zulüm son bulsun diye gösteri yapıyor. Faydası olur diye, Kur’an’dan bir sure okuyorlar, dua ediyorlar, bu sure ve duaların Filistin’e Gazzelilere ne katkısı olacak, aradaki bağ nedir, bir üniversite yerleşkesinde, problemin bir din veya başka bir problem olup olmadığını tanımlamakta güçlük yaşanıyor.

Filistin’de veya Türkiye için mevcut felaketlerde;

“Sınıflaşma, servet, gelir dağılımı” nasıl bir rol oynuyor?“Üretim biçimi, rant rantiye” nasıl bir rol oynuyor?“Aile, hane, sülale, aşiret, memleket, dil” nasıl bir rol oynuyor?“Din, mezhep, tarikat, gelenek” nasıl bir rol oynuyor?“Eğitim, okul modelleri” nasıl bir rol oynuyor?“Siyaset biçimi, güç ilişkileri, otokrasi, demokrasi” nasıl bir rol oynuyor?“Yönetim biçimi, bürokrasi, yargı, adalet sistemi” nasıl bir rol oynuyor? “İç dış göç” nasıl bir rol oynuyor? “Dış ilişkiler, ortaklıklar” nasıl bir rol oynuyor?

Sorular artırılabilir de tüm bunların her şeyden önce problem alanlarını doğru irdelemek ve belirlemek gerekiyor. Tüm bunların müsebbibi doğa veya doğal faktörler değil, bizzat toplum ve insan, yani aktörler.

KÂR HIRSI DOĞAL BİR DURUM DEĞİL: ‘BABALARININ KAYBINI PARALARININ KAYBINDAN ÇABUK UNUTURLAR’

Machiavelle, Prens’e öğüt veriyordu, “Bunlar babalarının kaybını paralarından kaybından daha çabuk unuturlar.”

Bir yandan insan için aşağılayıcı bir yargı içeriyor bu tümceler, diğer yandan ölüme bile katlanılabileceğini ama haksızlıklara katlanılamayacağını da işaret ediyor gibi.

Para bir değişik aracı olmaktan çıkıp bir temel değer haline geldiğinde, servet mülk ana değer haline geldiğinde, sorun başka bir boyuta evriliyor.

ADALETSİZLİK ZATEN SORUN AMA ADALET NE?

Kınalızade Ali Çelebi’nin (1511-1572) “Ahlâk-ı Alâî” adlı eseri islam ahlak (insan, iş, yönetim, padişanlık) anlayışını aktarmakta, ana ilkelerini “dâyire-i adliye” altında toparlamış bulunmaktadır. Kınalızade, “Dâyire-i Adliyye”yi Aristoteles’in İskender’e yazdığı mektuptaki öğütlerden toparladığını ifade etmektedir. Adalet “daire” şeklinde tasarlanmış olup şartlar birer uç teşkil etmekten çok bir bütünün unsurları veya bu unsurlardan örülü bir döngü olarak görülmektedir:

“Dâyire-i Adliyye

Adldir mûcib-i salâh-ı cihân [Adalettir gereği doğruluğu dünyanın]

Cihân bir bâğdır dîvarı devlet [Dünya bir bahçe, duvarı devlettir]

Devletin nâzımı şeriattır [Devletin düzeni şeriattır]

Şeriate olamaz hiç hâris illâ mülk [Şeriat hırsla olmaz, [olur] ancak saltanatla]

Mülk zabt eylemez illâ leşker [Saltanat zapt eyleyemez, [zapt eyler] ancak askerle]

Leşkeri cem’ edemez illâ mal [Asker toplanamaz/bakılamaz, [bakılır] ancak malla]

Malı cem’ eyleyen ra’iyyettir [Malı toplayan/üreten halktır/raiyettir]

Ra’iyyeti kul eder padişah-ı âleme adl [Halkı/raiyeyi padişaha kul eden adalettir]”

(Kınalizade Âli Çelebi, 2014:1090, Parantez içinde güncel Türkçesi)

Kınalizade Âli Çelebi, Osmanlı’nın bilimden sanattan dini taassuba doğru hızla yuvarlandığı Sultan Süleyman döneminin anlayışını aktarıyor maalesef. Adalet vurgusu önemli ama adaleti, din, değer ne varsa, Sultan Süleyman’ın iktidarının temel aracı haline getiriyor.

ADALET MANTIK USUL İLKESİ OLABİLİR, İÇERİKLİ OLANI BİZZAT YAŞATMAK VE YAŞAMAKTIR, SOSYAL OLANI EŞİTLİK ÖZGÜRLÜK DAYANIŞMADIR

Adalet, tek başına hiçbir şekilde yetmez ama usul ilkesi olarak da adaletten vazgeçilemez. Kuralın nasıl tanımlanmışsa o şekilde yerine getirilmesi şarttır.

Ana problemlerden, devrim niteliğinde olanı ise, “içerikli” olanıdır. “Kural ne olmalı?” problemidir.

Adalete bir kez daha dönersek “lojik/mantıksal” bir ilkedir, kuraldan sonra ikinci şarttır. Kadına 1/3 pay verilecekse o şekilde verilmesi, erkekle eşit pay verilecekse eşit pay verilmesi, 2/3’ü verilecekse o şekilde verilmesidir. 

Burada adalet de sürecin ayrılmaz parçası, ama adaletin ölçüsü “içerikte” bulunuyor. Ne kimin hakkı, hak nedir, kime ne düşmelidir?

İnsanın temel paradokslarından biri başı sonu, nihai içerikli ilkeyi aramak, mutlak hakkı bulmak, bulabilir mi bunları zor, ama yol alacağı açık. İnsan derya içinde kendini, kendi içinde deryayı arıyor da bu arayışının bir karşılığı var mı, mutlak değilse de bazı püf noktaları olabilir. 

Doğal yanda yaşatmak ve yaşamak içerikli bir yanıt sayılır.

“İçerikli” olana ilişkin bir diğer öneri kim ne emek koymuşsa onun karşılığını alması, kim neye zarar vermişse onun bedelini ödemesidir.

İçeriği tayin hakkı doğa olaylarında doğanındır, doğal olan için doğal hukuk geçerlidir, doğa bilgisi bunun temeli olacaktır.

İçeriği tayin hakkı toplumsal olaylarda toplumlarındır, halkındır, burada diyalektik işler, ancak bu diyalektik önce doğayı, biosu, bilgiye dayanmak zorundadır, diyalektik kısmı geriye kalan toplumsal insani seçenekler arasında mutlaklık içermeyen en iyi seçeneği bulmak, onu gerçekleştirmektir.

HAKKA SAYGI VE HAKKI GERÇEKLEŞTİRMEK DEVRİMCİLİKTİR

Devrimcilik öyle uzakta soyut bir ide değil, hakkı gerçekleştirmek haksızlığa karşı çıkmak devrimciliktir. İliç’te altın madenciliğine, çocukların aç kalmasına, çocuk işçiliğine, çocuklara din mezhep aşılanmasına karşı çıkmak devrimciliktir.

Yaşatmak ve yaşamak doğal hukuka dairdir. Üzerine toplumsal insanı olanları başarmalıyız.

Özgürlükleri, eşitlikleri, her şeyden önce de çocuklarımıza, tüm topluma nitelikli bilgi bilimi, sanatı felsefeyi kazandırmalıyız. Yaşamı savunmak, bilimi eğimi savunmak, özgürlükleri, eşitliği, adaleti, iyi güzel fikirleri yaşama geçirmeye çalışmak devrimciliktir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa