Türkiye’den Hindistan’a, diktatörler düşüyor mu?
Fotoğraf: Bharat N Khokhani/Wikimedia Commons
Balkon konuşmaları iddialı olur ama, çıtayı bu kadar yükseltenine az rastlanır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı İmamoğlu, Türkiye’de “demokratik erozyon”un bittiğini müjdelemekle kalmadı. Bunun dünyanın geri kalanına örnek olacağını, İstanbul’un hem bölgeye, hem Batı’ya liderlik yapacağını söyledi.
Hindistan’dan Amerika’ya bir dizi otoriter liderin seçim beklentilerinin büyük olduğu 2024’te, İmamoğlu’nun bu sözleri oldukça önemli gözüküyor. Türkiye gerçekten de demokratikleşmede önder olabilir mi?
Türkiye’ye birden bire demokrasi gelmedi elbette. Yine de, Van olayının gösterdiği gibi, bu yönde ciddi bir adım atıldı. Ana muhalefet çok uzun yıllardan sonra ilk defa toplumsal muhalefetin yanında durdu. AKP bundan sonra da azınlıklara ve emekçilere dört koldan saldıracak. Bu taarruza karşı, muhalefette aynı birlikteliğin sürdürülüp sürdürülemeyeceği belirleyici faktör olacak.
Demokrasinin gerçekten gelebilmesi için ise, neredeyse 45 yıldır demokrasiyi aşındıran emek düşmanlığının ortadan kalkması gerekiyor.
CHP’nin bu yönde bir vizyonu olmadığı gibi, İmamoğlu bizzat 1980’den beri ülkeye hakim olan sermaye birikimi modelini yaşatan ve yeşerten bir isim.
Ne vadediyor İmamoğlu projesi? Demokrasinin niye “erozyon”a uğramış olduğunu düşünüyor Türkiye’de? Tespit mealen şu: Bizi aşırı muhafazakarlığa boğdular. Bizim de eskiden hatamız aşırı İslam karşıtlığıydı. Oysa şimdi anlıyoruz ki, Türkiye’nin birçok rengi var. Sadece laiklikle İslam’ı değil, diğer renkleri de bir araya getirmek gerekiyor. Bir de “eksen kayması”nı halledip Batı’ya döndük mü, iş tamam.
Çoğu sosyalistin itirazını biliyorsunuz: Kaynak paylaşımı ya da birikim modeline dair bir söz yok bu anlatıda. Her şey kültür ve diplomatik ilişkilerle açıklanıyor.
İmamoğlu çevresinden o itiraza da cevap hazır: Sosyal belediyecilik. Birikim modeline dair tek kelime yok, haliyle.
Ana muhalefetin ufku şöyle özetlenebilir: Kültürel açılımlar + Batı’yla bütünleşme + sosyal yardımlar
Bu alaşım tanıdık gelmiyor mu?
Yepyeni diye yutturulmaya çalışılan vizyon, birinci dönem AKP’nin ruhu.
Bu alaşım o zaman ne kadar demokrasi getirdiyse şimdi de en iyi ihtimalle o kadar getirir. Ancak o “en iyi ihtimal”in de tutmayacağını düşünmek için yapısal sebepler var: Dünya ekonomisinin ve emperyalistler arası rekabetin değişen dengeleri. Yabancı yatırımlar tüm dünya çapında azalmış durumda. AKP ilk döneminde, serbest piyasacı politikalarla sosyal uygulamaları birleştirebilmeyi, hızlı para akışı sayesinde başarabilmişti.
Sermaye girişlerinin dünya çapındaki gidişatından biraz farklı seyrettiği bir ülke olan Hindistan, bizi de yakından ilgilendiriyor. Bunun nedeni, Hindistan’la Türkiye arasındaki benzerlikler kadar, iki ülkedeki ana muhalefetin de aşağı yukarı aynı hesaplara yatırım yapması.
Hindistan’da genel seçimler bu ay başlıyor ve (ülkenin büyüklüğünden dolayı) bir buçuk ay kadar sürecek. Bir milyara yakın insan oy kullanacak.
Modi’nin partisi BJP 2014’ten beri iktidarda. Yolsuzluğa batmış durumda. Enflasyon can acıtıyor. Eski elitler ciddi baskı altında. Tüm bunlar muhalefette bir birlik hissi yaratıyor. İktidar partisi ise, küresel ve ulusal sermayenin desteğine, dini milliyetçiliğe, Modi’nin popülerliğine, ikincil olarak da refah ve altyapı uygulamalarına güveniyor. Küresel para akışı bu denklemi perçinliyor. Emperyal dengelerden dolayı Çin’den çekilen Batı sermayesinin bir kısmı, Hindistan’a akıyor. Bir CHP iktidarının Türkiye’yi benzer bir çekim merkezi yapıp yapamayacağını sonraki yazılarda değerlendireceğim.
BJP’nin ana rakibi, cumhuriyetin kurucu partisi Hindistan Ulusal Kongresi. Diğer adıyla Kongre Partisi. Ultra-elitist bir proje olarak başlayan Kongre, 1960’larda solculaşmıştı ama sonradan neoliberal bir rotaya yerleşti. On yıllarca ülkeyi yönettikten sonra, neoliberalizmin önderi olmayı beceremedi. BJP’nin yükselişiyle birlikte oyu yüzde yirmilere kadar düştü.
Aynen Türkiye’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi Hindistan’da da ana akım umut, kurucu partinin sola kayması ve emekçilere seslenmesi değil, aşırı sağcı kimlik siyasetine karşı liberal veya cumhuriyetçi bir kimlik siyasetiyle, baskıdan bunalan elitleri ve azınlıkları birleştirmesi. Bu hesaptaki sorun kimliklerin ciddiye alınması değil, kimlikçiliğin ekonomik ve sınıfsal konuları hasır altı etmesi. Ekonomiyi siyasi alanın dışında, toplumsal basıncın uzağında tutması. Kimlikçilik çok rasyonel ve pragmatik görünüyor, bazen hakikaten seçim de kazandırıyor ama, uzun vadede üç ülkenin de geleceğini yakıyor.
Türkiye’nin demokratikleşmede lider ülke olabilmesi için, öncelikle kimlikçi anlayışın hakimiyetini her seferinde yeniden üreten kısır döngüyü kırması gerek.
- Batı solunun açmazı 23 Kasım 2024 04:33
- İşçi sınıfına ihanetin bedeli 09 Kasım 2024 04:16
- Amerikan seçimlerini aşırı sağ kazandı 03 Kasım 2024 04:35
- Filistin, iklim değişikliği ve seçim olmayan seçim 26 Ekim 2024 04:45
- Amerikan aşırı sağı ne kadar örgütlü, ne kadar tehlikeli? 12 Ekim 2024 04:16
- "Kamyoncular", işçi sınıfı ve Amerikan seçimleri 28 Eylül 2024 05:10
- Türk-İslam tahakkümünün ve Netanyahu terörünün ortak kökenleri 14 Eylül 2024 04:51
- Dünyanın sonu mu geliyor? 31 Ağustos 2024 04:10
- Kamala Harris neyi değiştirecek? 17 Ağustos 2024 05:06
- Doğu Avrupa’da aşırı sağın durumu 03 Ağustos 2024 05:34
- Amerika, daha da sağa 20 Temmuz 2024 04:51
- Irkçılık, sembollerin dili ve masumiyet 06 Temmuz 2024 04:34