11 Mayıs 2024 04:15

Türkiye’nin film festivali rejimi

Sansüre karşı bir araya gelen kitle

Fotoğraf: Şeyma Akcan/Evrensel

Paylaş

Uzun uzun sansür tarihi anlatmaya, ülkenin yüz akı yapımlarının nasıl sansürlendiğini anlatmaya gerek yok. 1930’lu yıllar boyunca inşa edilen sinema üzerindeki sansür kılıcı, ilgili kanunun 1986 yılında kaldırılmasından sonra da sektörün üzerinde sallanmaya devam etti. Son olarak geçen hafta “Kanun Hükmü” belgeselinin bir kez daha, bu kez İşçi Filmleri Festivali’nde gösteriminin engellenmesine şahitlik ettik.

Türkiye’de sinema ve festivaller tartışacaksak “sansür”den bağımsız düşünmemiz imkansız hale geliyor. Ama yalnızca sansür değil, dönemin hassasiyetleri, kırmızı çizgileri, halkın değerleri vb. de festivallerin vazgeçilmez değerleri arasında olageldi. Daha 1964 yılında, ülkenin ilk film festivali olan Antalya Altın Portakal’ın başladığı yıl başlayan bu hassasiyet maratonu bugün de bitmiş değil. Film festivalleri de kimi zaman gönüllü, kimi zaman mecburiyetten bu koroya katıldılar on yıllar boyunca. 1979 yılında Altın Portakal jürisinin, 1988 yılında İstanbul Film Festivali Başkanı Elia Kazan’ın da aralarında bulunduğu sinemacıların sansüre karşı güçlü bir karşı koyuş göstermeleri festivallerin değil, sinemacıların hanesine yazılabilecek bir artı değer.

Türkiye’nin ilk film festivali Altın Portakal’ın 1964 yılında başlaması tesadüf değil. 1961 Anayasası’nın yarattığı görece özgürlük ortamı, siyasal ve kültürel alanda yaşanan büyük hareketlilik sinemaya da eşik atlattı bu yıllarda. Yalnızca 1960-65 yılları arasında Şehirdeki Yabancı, Acı Hayat, Susuz Yaz, Yılanların Öcü, Sevmek Zamanı, Bitmeyen Yol, Suçlular Aramızda, Haremde Dört Kadın, Gecelerin Ötesi, Kızgın Delikanlı, Karanlıkta Uyananlar, Gurbet Kuşları gibi ülke sinemasının en kalburüstü filmlerinin çekildiğini hatırlatmak yetecektir. Bu filmleri yaratanlar yalnızca yeni hikaye biçimlerini değil, yeni estetik arayışları da cesaretle deniyorlardı. Yani festival kaçınılmaz hale gelmişti.

Beş yıl sonra, Altın Portakal kadar istikrarlı ilerleyemese de Adana Altın Koza Film Festivali düzenlenmeye başlandı. 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar bu festivaller üzerinde sansür kılıcı daima sallandı. Tabii kimi ‘hassas vatandaşlar’ın 1965 yılı Altın Portakal’ında “Karanlıkta Uyananlar”ın gösterildiği salonu basmaya çalışması gibi vakalar da eksik olmadı. 12 Eylül rejimi önüne çıkan her şeyi silindir gibi ezip sermayenin yollarına güller sererken sinemanın ve festivallerin krizi de kapıya dayanmıştı. Darbenin evlere tıktığı insanlar artık televizyonla teselli bulurken, video çağının başlaması da tuz biber ekti. Salonlar boşaldı. Ama festivaller sürdü. Sansür devam ediyor, yönetmenler arkasından dolanmanın yollarını buluyor, festival yönetimleri de devlet sobeleyene kadar ses çıkarmıyordu. Ama ‘festival filmi-sanat filmi’ ayrımının ortaya çıktığı, ikincisinin festivallere hapsolduğu yeni bir sürecin tohumları da atıldı. Öte yandan 1982’de İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı öncülüğünde sinema günleri olarak başlatılan etkinlik bir festivale dönüştürüldü.

İstanbul Film Festivali dönemin kurak kültür sanat ortamında, dünyanın dört bir yanından büyük yönetmenlerin filmlerini getirerek önemli bir işlev gördü. 1990’ların ortalarında ilk filmlerini çekecek ve sonrasına yön verecek olan kuşak bu festivalde büyüdü. Yalnızca sinema ile sınırlı olmayan İKSV etkinlikleri büyük ilgi görürken, sermaye çevreleri tarafından da coşkuyla destekleniyordu. Büyük sermaye, darbe rejimi tarafından etkisizleştirilmiş, apolitize edilmiş kültür ortamında artık bir tehdit olarak görmediği için muhalif sanatçılara da alan açmakta sakınca görmüyordu. Hatta rejime gösterilen bu vitrin artık devrinin tamamlandığını anlatıyordu bir bakıma. Sermayenin ‘kültürel yüzü’; Avrupa Ekonomik Topluluğu, Gümrük Birliği gibi rüyalarını gerçekleştirmek için bu tür tavizleri vermekte, sinemacılarla birlikte yollara düşüp sansüre karşı yürümekte beis görmedi o yıllarda.

Sansür yasasının kaldırılması, Avrupa Birliği hedefi gibi gerekçelerle kimi dönemlerde festivaller birer ‘özgürlük ortamı’na kavuşsa da sorunlar her zaman olacaktı. 1990’lar Kürt sorununun artık ülkenin en önemli gündemi olduğu bir dönemdi. Sinemanın kırmızı çizgileri artık oradaydı. “Güneşe Yolculuk”, “Büyük Adam Küçük Aşk” ve birçok belgesel bu hassasiyetlerden nasibini aldı. Ama ‘sansürleyen’ hâlâ devletti. 1990’ların ortasından itibaren ise yeni bir sinemacı kuşağı festivallerde boy gösterdi. Bu dönemlerde film festivalleri aynı zamanda kapışma alanıydı. ‘Yeşilçamcılarla ‘yeni yetmeler’ bu arenada boy gösteriyor. Ama ölmekte olanla, gelmekte olanı engellemek çok zor.

AKP rejimi ilk yıllarda önce çizilmiş yol haritasının mecburiyetleri gereği kimi tavizler vermek zorunda kaldı. “AB yolunda sanatın gücü” yolculuğunda Sinema Yasası, festivallerin desteklenmesi vb. uygulamalar hayata geçirildi. Ancak rejim kendini inşa ettikçe yalnızca yargı ve kolluk tehdidiyle değil, festivalleri sindirerek inşa etti yeni sansür mekanizmasını. Bir yandan filmlerin temaları krminalize edilip yaratıcıları hedefe konurken, diğer yandan bu tehdit festivallere de yöneltildi. Bugün kırmızı çizgileri aşan kimi filmler (hasbelkader çekilebilmişse) festivallerin programlarına alın(a)mıyor. Ve bunlar sektörde herkesin bildiği sırlar olarak dolaşıp duruyor!

Geçen yıl Altın Portakal yönetiminin sansür dayatmasına direnmeyip geri adım atarak “Kanun Hükmü”nü festivalden çıkarması bu baskının en yakın örneği. Bu yıl uzun metraj bir filmin İstanbul Film Festivali’ne ‘sakıncalı’ bulunarak alınmadığı dedikodusu dolaşıyor ortamlarda. ‘Netameli’ gördükleri filmler başvurmasın diye dua eden festival yöneticileri var. İstanbul’un en büyük sermaye gruplarını ve temsilcilerini bünyesinde toplayan İKSV ise artık milyon dolarlık işlem hacmine sahip bir holding! Üstelik yöneticisi/destekçisi şirketlerin hepsi kârlarına kâr katıyor, iktidarla el ele ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını yağmalıyor. Yani sansüre karşı demokrasi mücadelesi için doğru zaman değil, 40 yıl önce olsa belki!

Asıl can sıkıcı olan ise sinemacıların festival yöneticilerine mecbur bırakılmış olması. Çok da akıllıca yüzlerce sinemacıyı tehdit etmektense 4-5 festival yönetimini korkutmak daha işlevli! Halbuki festivalleri özgürleştirecek olan, filmleri üretenler ve izleyenler değilse kim?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa