05 Haziran 2024 04:24

Yalanlar ve gerçekler

Fotoğraf: Can Candan

Paylaş

Üniversiteye başladığımızda şanslı çocuklardık. 27 Mayıs 1960’a kadar yasaklar içinde boğulduğumuz bir ortamdan geliyorduk. 27 Mayıs ile birlikte ilk kez kendimizi özgür hissetmeye başlamıştık. O güne dek Türkiye’de Nâzım Hikmet’in şiirleri ile buluşmak çok zor bir işti. Çünkü yurdumuz Nâzım Hikmet’in kitaplarına yasak koymuştu. Yalnız Nâzım Hikmet mi? Değil elbette Marx, Engels, Lenin, Babel gibi düşün insanlarının bırakın kitaplarına ulaşmayı, onlardan herhangi bir yazıda alıntı yapmanız bile suç sayılıyordu. Onlardan yapılan çeviriler nedeniyle mahkeme karşısına çıkarılıp tutuklanan pek çok arkadaşımızı da anımsıyorum şimdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdiğimizde çok değerli hocalarımız vardı. Onlar bir yandan izleri karanlıktan çıkarıp ufkumuzu açarken bir yandan da Türkiye’nin gelmiş geçmiş en mükemmel  “1961 Anayasası”nın hazırlık çalışmalarını da yürütüyorlardı. Batı üniversitelerinde ancak rastlanacak bir özgürlük havası içinde soluk alıyor, demokrasinin henüz yeşermeye başladığı bir ortamın heyecanı içinde derslere, konferanslara koşturup duruyorduk. Yeni çıkan üzerinden yasak kalkmış kitapları yutar gibi okuyor ve geleceğe de ülkemiz adına mutluluk duyarak bakıyorduk. Sonuç öyle olmadı. O özgür tartışmaların yerini yavaş yavaş devletin ağır bastığı yeni bir dönemin ipuçlarını görmeye başladık. Yine de 1970 yılına kadar söz söyleme, düşündüğünü açıklama, ifade etme konusunda pek sıkıntı çekmiyorduk. Ama 12 Mart 1970 askeri darbesinden sonra ülkem hayallerimizi yıkan baskıcı bir karanlığın sinyallerini vermeye başladı. Askeri mahkemeler kuruldu. Bilim insanları, yazarlar, gazeteciler, aydınlar Selimiye Kışlasının içine dolduruldular. O zaman da Silivri duruşmaları gibi trajikomik iddianameler çıkardı ortaya. Kısaca bizim üniversite hayalimiz sıkıntılarla geçen bir süreç içine girdi. Bütün bunları niye anlatıyorum. Çünkü istiyorum ki genç üniversiteliler, akademisyen olmak için uğraş verenler, Türkiye’nin yakın siyasi tarihini sindirerek okuyabilsinler. Siyasetçilerin yalana dayandırılan sahte tarihlerine kulak asmadan gerçekleri öğrenmeye çalışsınlar. Ve bir dönem geldiğinde kendileriyle yüzleşebilme olanağını bulsunlar. Bizim cumhuriyet tarihimizin en büyük eksiği bana göre kendimizle, ulusumuzla yüzleşmekten kaçınmakta yatıyor.

Bugün iyimser bir yazıyla okurla buluşabilmekti amacım. Ama haberlere göz attıkça iyimserliğiniz o anda törpüleniyor. Bir seçim yapılıyor. Halkın iradesiyle Hakkâri’de belediye başkanı seçiliyor. Aradan çok geçmeden iktidarın ünlü kayyum atama hareketleri başlıyor. Üniversitelerde kayyum rektörler, belediyelerde kayyum başkanlar. Halkın iradesi iktidarı hiç de ırgalamıyor. “Cumhur ittifakı ile bir yumuşama sağlarız” diye düşünen ana muhalefete sanırım en hafifinden bir göndermedir kayyum hikayesi. Ana muhalefet ülkede yumuşama sağlayacağını söylüyor. Oysa bilmeli ki tek adamlı bir iktidara elinizi verdiğiniz zaman kolunuzu alamazsınız. Umarım ana muhalefet nasıl bir ülkede politika yapıldığını öğrenecek. Belki bugün, belki az sonra.

Yazıyı Gülten Akın’ın bir şiiri ile sonlayalım. “Körleşme”
 “Körleşme” diyor telefondaki ses
bakmadan yürüyüp gidiyoruz
ırmak yanımızdan akıyor,
dağıttığımız, boşa gittiğini sandığımız
sözcükleri bir bir derleyerek
bir gün yeni bir yatak
açmak için kendine
umutlanıyoruz.

büyücü değiliz,
bir solukta
değiştiremiyoruz
akarken akarken yanımızdan
ırmak değiştirir umuyoruz.

“körleşme” diyor telefon

gözlerimiz…
ortaya anılar atıyoruz
insanlar mı kuzular mı
seçilemiyoruz.

ırmak yanımızdan akıyor
yatağını zorlayarak, yıkarak bazan
bakmadan geçip gittiğimiz
o sislerin, pusların içindeki, ah
geri dönüşlerle yürüyor kimimiz
düşleri azaldıkça anıları artıyor
onlar bizim delilerimiz mi
kilitleyip unutuyoruz.

durmadan unutmak unutmak unutmak
teselli. Kendimizi koyveriyoruz
hiçbir şey kaybolmaz diyoruz.
Hâlâ körleşmeden söz ediyor telefondaki
o da susar büsbütün
lâl-ü ebkem kalırız.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa