Kapitalizm dertlere derman olmayacaksa...
Endüstrimizin koruyucuları (1883), Mayer Merkel & Ottmann lith
Evrensel’deki son yazımda temelde meselenin bahçeyi kimin ekip biçeceği, ürünleri kimlerin tüketeceği ile ilişkili olduğunu söylerken, buna yönelik düzenlemelerin bir örneği olarak da “Yeni Geleneksel Ekonomiler” kavramından bahsetmiştim. Sınırlı ölçekte de olsa bazı ülkelerden örnek vermiş, bizde de “nas” söyleminin bunun bir örneği olarak görülebileceğini ifade etmiştim. Yazıdan iki gün sonra Cumhurbaşkanının Albaraka İslami Finans Zirvesi’nde “Kapitalist sistemin serbest piyasayı teşvik ediyor görünse de arka planda tekelleşmeyi, tefeciliği, manipülasyonu, üretim, emek ve ticaretten daha ziyade paradan para kazanmayı ödüllendirdiğini görüyoruz. Zayıfı daha zayıflatan, fakiri daha da fakirleştiren, zalimi güçlendiren bu sistemin dertlerimize derman olamayacağını, insanlığa refah, huzur ve adalet getirmeyeceğini artık hepimiz kabul etmek zorundayız …” ifadeleri bu konuyu en azından benim gündemime bir kere daha taşıdı. Aslında ne tartışmalar yeni ne de bu tarz beyanlar, ancak Cumhurbaşkanının sistemin adını koyarak konuşmasını sürdürmesi ilgi çekici oldu ve konuşma, “Erdoğan kapitalizm karşıtı mı oldu?” gibi ifadelerle gündemi belirleyince bu konuyu biraz daha yakından ele almak gerektiğini düşündüm.
Karl Polanyi, 1944 tarihli The Great Transformation (Büyük Dönüşüm) adlı kitabında, tüm ekonomilerin evrensel yasalara uyan piyasa ekonomileri olduğu yönündeki bakışı (Formalist Yaklaşım) eleştirirken, geleneksel ekonomilerin özünün, ekonominin daha geniş sosyal ve kültürel çerçeveler içine gömülü olmaları olduğunu ileri sürüyor. Substantivist/(T)özcü olarak adlandırılan bu yaklaşıma göre piyasa ekonomilerinde üretim ve dağıtım kararları büyük ölçüde ekonomik gerekçelerle verilir ve sosyokültürel faktörler ekonomik faktörlere tabi kılınırken, geleneksel ekonomilerde insanlar kararlarını toplumlarının dini ve ahlaki yapılarıyla birlikte gelişen geçmiş uygulamalara göre verirler.
İktisadi Antropoloji alanının bu iki karşıt açıklama biçimi günümüzde “Yeni Geleneksel Ekonomiler” tartışmalarını ateşlerken, Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında neoliberalizm ve küreselleşme söylem ve politikalarıyla tüm dünyaya zenginlik, refahın paylaşımı, demokrasi, barış vb. vaadeden kapitalizmin günümüzde yarattığı hayal kırıklığı bu ateşi daha da harlamıştır. Diğerleri yanı sıra 2008 krizi, iklim krizi, bölüşüm sorunları ve spesifik olarak kovid 19 salgını kapitalizmin vaatlerinin geniş kitleler nezdinde sorgulanmasını ve kapitalizme alternatif arayışlarını gündeme getirmiştir. Sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve hatta kapitalizmin türlü biçimleri farklı alternatifler olarak tartışılırken, Yeni Geleneksel Ekonomiler bağlamında yürütülen tartışmalar da kendilerini alternatifler olarak ortaya koymaktadır.
“Yeni Geleneksel Ekonomiler” vurgusu, yukarıdaki tartışmayı arkasına alarak, piyasa ile sosyokültürel matris arasındaki ilişkiyi yeniden kurgulama iddiasındadır. Bunu da bir üçüncü yol sunma arayışı olarak ortaya koymaktadır. Yani ne kapitalizm ne de sosyalizm. Her ikisinin de günahlarını ortadan kaldırırken erdemlerinden yararlanan bir üçüncü yol... Ekonominin sosyokültürel matrise gömülü olduğu, diğer bir deyişle piyasanın toplumsal olana gömülü olduğu bir üçüncü yol… Toplumsal olanın içeriğinin dinsel bir ahlak anlayışına dayalı olarak belirlendiği bir üçüncü yol... Böylelikle kendinde bir doğa yasası olarak görülen piyasanın işleyişinin gücünün, etkisinin, kapsamının sınırlandırıldığı bir üçüncü yol…
Son yazımıza referansla ifade edersek Yeni Geleneksel Ekonomi’de, ekonomik karar alma mekanizmasını- dağıtım mekanizması vb.- dinsel/ahlaki kökenli bir sosyokültürel matrisin içine yeniden yerleştirme çabası söz konusudur. Bu nedenle de Yeni Geleneksel Ekonomiler dinsel ahlak temelinde düzenlenen ekonomiler olarak dinler ya da ahlaki öğretiler bağlamında tasnife tabi tutulurlar: E. F. Schumacher’in Small is Beatiful (Küçük Güzeldir) kitabında tartıştığı biçimiyle “Budist ekonomisi”, Harman Kahn’ın “Konfüçyusçu ekonomisi” geçen yazımızda ifade ettiğimiz “Hindu ekonomisi”, “Yahudi ekonomisi”, “Hristiyan ekonomisi” ve belki de en çok öne çıkanı “İslam ekonomisi.”
Doğrudan bu isimlerle anılmayı hak edecek ekonomilerin varlığı ve aynı dinsel/ahlaki öğretiye dayalı olduğu iddiasındaki coğrafyaların birbirine taban tabana zıt iktisadi pratikler içermesi meselenin güç yanını oluşturmakla birlikte bu tarz ekonomi pratiklerinin kapitalizm ya da sosyalizmin ne kadar dışına çıkabildikleri de önemli bir eleştiri konusudur.
Türkiye’deki gündemi bu noktadan hareketle tartışırsak açıkça görülmektedir ki, eleştirilen ve kapitalizm olarak işaret edilen şey piyasa mekanizmasının kendisi değil onun “ahlaksız” yönüdür. Yani aşırı finansallaşma, açgözlülük, kâr hırsı vb... O halde yapılması gereken piyasanın bu “ahlaksız” yanından kurtulmaktır. Bunun yolu da onu yani piyasayı daha geniş dinsel/ahlaki bir içeriğe dayalı sosyokültürel matrisin içine yerleştirmektir. Cumhurbaşkanının haziran 2020’de İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesinde düzenlenen 12. Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Konferansındaki ifadeleri tam da buna işaret etmektedir. Bu konuşmada sorun “… Sadece faize ve ne olursa olsun kazanma hırsına dayalı ekonomik sistemin açmazları… Aşırı finansallaşma… Rant kaygısı” gibi piyasanın terbiye edilmesi gereken “ahlak dışı” unsurları iken çözüm olarak “… Bu çarpık yapının alternatifi insanı merkeze alan, emeği yücelten, haksız kazanca müsaade etmeyen İslami ekonomi ve finans modelidir. İnsani, ahlaki ve çevreci karakteri, faizi ve sömürüyü reddeden yapısıyla İslam iktisadı krizden çıkışın anahtarıdır” ifadeleriyle İslam iktisadında görülmektedir.
Bu kısa yazıda bu perspektifin temel probleminin kapitalizmi tamamen yanlış anlamak olduğunu söylemekle yetinmek zorundayım. Kapitalizmi faiz kazancı ile, finansallaşma ile, kazanç hırsı ile, eşitsiz gelir/servet dağılımı ile tanımlamak ondan pek de bir şey anlamamaktır. Daha da önemlisi kapitalizmi yanlış anlamak sizi sömürüyü yanlış tanımlamaya, sömürünün esas olarak kapitalizmin finansallaşması, faiz ya da üretimden kaçan rant arayışından kaynakladığı yanılgısına götürür.
Kapitalizmi finansallaşma, rant, kazanç hırsı vb. ile tanımlayan bu yaklaşım sömürüyü yanlış tanımladıkça buradan “ahlaklı” bir ekonomi değil, aksine “kutsal”, “ahlaki” değerlerin kâr arayışı içinde sermaye ilişkisine içerildiği, diğer bir ifadeyle bu değerlerin sermayeleştiği bir ekonomi çıkacaktır. Ki bu da eleştirildiği düşünülen sömürüyü artıracak ideolojik unsurların da işe koşulması anlamına gelir. Sonuç karşıt olduğunuzu söylediğiniz kapitalizmin derinleşerek yeniden üretilmesidir.
Kapitalizmin, sömürünün ne olduğunu doğru anlamak istiyorsanız, okuyacağınız kitap bellidir. Kabul zahmetli iştir ama müellifinin de yazdığı gibi “Bilime giden düz yol yoktur ve ancak onun dik patikalarında yorucu tırmanmaları göze alanlar onun aydınlık doruklarına ulaşabilirler.”
Son olarak ifade etmek gerekir ki piyasanın gücünü, kapsayıcılığını, etki alanını, ahlak dışı olarak işaret edilen işleyişini ahlaki/dinsel değerlerle değil ancak doğru tanımlanmış bir kapitalizm ve sömürü karşıtı antikapitalist sol bir akıl ve mücadele ile daraltabilirsiniz.
- MESS mi, PES mi, yoksa… 18 Aralık 2024 05:01
- Öküz’lemeler 11 Aralık 2024 06:22
- Lenin’den Keynes’e “teşekkür” mesajı 04 Aralık 2024 06:40
- İnsanlar her zaman sessizce ölmezler… 27 Kasım 2024 04:45
- “Marksist İktisatçı” olur mu? Ya da Nobel’in Marksist alternatifi… 20 Kasım 2024 05:49
- Arz-ı Hâl 13 Kasım 2024 04:59
- ABD seçimleri ve ekonomi 05 Kasım 2024 04:29
- Yüz bir yılda Türkiye kapitalizmi ve krizler 30 Ekim 2024 05:50
- Nobel vesilesiyle… 23 Ekim 2024 04:40
- Sineğe övgü… 16 Ekim 2024 04:56
- Doğru bilinen yanlışlar 09 Ekim 2024 04:55
- Enflasyon eşitsizliği 02 Ekim 2024 05:42