19 Haziran 2024 05:37

Ben onlara oy vermediğim halde neden piyasalar yönetiyor?

Fotoğraf: Unsplash

Paylaş

Önceki yazımızda piyasanın alanının, gücünün, kapsamının daraltılmasından bahsetmiş, bunun gerekliliğini vurgulamıştık. Ancak bunun piyasanın “ahlak dışı” yanlarını sorunsallaştıran sözde kapitalizm karşıtı bir yerden gerçekleştirilemeyeceğini, piyasanın bu gücünün, kapsamının daraltılması için anti-kapitalist sol bir yaklaşımın gerekliliğinin altını çizmiştik. Bu kısa yazıda bu tartışmanın nesnesi olan piyasa üzerinde biraz daha durmak istiyorum.

Meramımı anlatmak için şu basit örneği vermek isterim: Ekilecek geniş bir “bahçesi”, toprağı olan bir çiftçi olduğunuzu düşünün. On ayrı ürün ekiyorsunuz varsayalım. Ürettiğiniz bu ürünleri aynı zamanda geniş ailenizle birlikte tüketiyorsunuz. Üretiminizin tüketiminizi ya da diğer bir deyişle ihtiyacınızı aştığını varsayalım. İşte bu miktarı gidip semt pazarında takas ediyorsunuz ya da para karşılığında değişiyorsunuz. Eğer para karşılığında ürünleri satmışsanız bu parayla gidip bir başka ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz. Bu ilişkinin başında da sonunda da amacınız ihtiyaçlarınızı karşılamak, bunun için üretim yapıyorsunuz. İhtiyaçlarınızı karşılarken bağımsız bir üretici olarak emek harcıyorsunuz. Ve bu pazarın varlığı sizin için bir fırsat oluyor. Diğer bir deyişle pazar sizin için bir fırsat alanı.

Ancak gel gör ki zaman içinde bir şeyler değişiyor: Örneğin bir tüccar size gelip, sen bu kadar çok ürün üretme, bu on üründen sadece iki tanesini üret, bu ürünlere başka yerlerde çok talep var, yüksek fiyatla satabiliriz biz bunları, diyor. Diğer ihtiyaçlarını da kazandığın bu parayla piyasadan alırsın… Bir de üstelik yanına para kalır... Bu fikir aklınıza yatıyor. Ya da doğrudan üretici olarak piyasa fırsatlarını değerlendirmek için üretkenliği artırma amacıyla bu yolu siz tercih edebilirsiniz –niyetimiz burada kapitalizme geçiş sorununu tartışmak değil. On ayrı ürün yerine iki ürün üretmeye ve tüccara ya da doğrudan piyasaya satmaya başlıyorsunuz. İşler bir süre oldukça iyi gidiyor. Ürünler satılırken, kalan sekiz ürünü de kazandığınız parayla piyasadan satın alıyorsunuz. Sonra yavaş yavaş işler bozulmaya başlıyor. Ürettiğiniz iki ürün bir nedenle satılamıyor, daha ucuza üreten rakipler nedeniyle maliyeti düşürmek gerekiyor. Süreç gittikçe güç bir hal alıyor. Başlarda sizin için bir fırsat olan piyasa, yavaş yavaş -kapitalist üretimin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte- artık ürünlerinizi satmak, üretmediğiniz ürünleri satın almak için zorunlu olarak ilişkilendiğiniz bir mekanizma haline geliyor. Hele satmak zorunda olduğunuz emek gücünüz haline gelmişse bu zorunluluk çok daha yakıcı… Denklem kabaca şu şekilde kuruluyor: Ürünlerinizi piyasada satmak zorundasınız ki, üretmekten vazgeçtiklerinizi de yine piyasadan alabilesiniz... Emek gücünüzü piyasada satmak zorundasınız ki hayatta kalabilesiniz... İşte bu zorunluluk başlangıçta bir fırsat alanı olarak görülen piyasanın kapitalist üretim altında bir zorunluluk alanına dönüşmesini beraberinde getiriyor. Artık üretmek ve tüketmek için tamamen ona bağımlı bir hale geliyorsunuz. Piyasanın gerekleri, arzuları, beklentileri, kuralları vb. hepsi sizin için birinci derecede önemli hale geliyor.

Metalaşma arttıkça, yani ihtiyaç için üretim yerini satmak için üretime, bağımsız üretici yerini ücretli emekçiye bıraktıkça piyasaların kapsamı da gücü de artıyor. Sadece emek değil, sermaye ve hatta devletler de onun gerekliliklerine tâbi hale geliyor. Tüm iktisadi aktörler kendilerini yeniden üretebilmek için değerin üretilmesi ve realize edilmesi sürecinde piyasanın gerekliliklerine uyum göstermek zorunda kalıyor. Aksi işsizlik, iflas, ekonomik ve siyasal krizler anlamına geliyor. Adına kapitalizm denilen “vahşi” oyunun kuralları piyasanın gereklilikleri olarak karşımıza çıkıyor. “Ekonomiyi iyi yönetmek” ise bu gereklilikleri yerine getirmek. Bu haliyle de piyasa bir fırsat olmaktan ziyade bir zorunluluk haline geliyor. Tüm iktisadi aktörlerin davranışlarını ona göre düzenlediği, gözle görülüp elle tutulamayan ama varlığı her daim hissedilen, kızan, coşan, bekleyen, talep eden, yükselen, düşen, ceza kesen, yön veren, yöneten…

Peki ama neden? Bir İndignados sloganı ile sorarsak: “Ben onlara oy vermediğim halde neden piyasalar yönetiyor?” Bu soru şüphesiz ki bir açıklama beklentisi değil, bir karşı çıkışı içinde taşıyor. O zaman soruyu şöyle değiştirelim. Piyasanın yönetimine neden karşı çıkılıyor? Değil mi ki liberal söylemde olduğu gibi piyasa mekanizması herkes için en iyi olan bir tür cennet ortaya çıkaracaktır? O halde neden yönetimi ona bırakmayalım ki? Açık ki piyasanın alanının genişlemesi, kapsamının ve belirleyiciliğinin artması liberallerin varsaydığı gibi ne özgürlükleri genişletiyor ne refahı ne demokrasiyi, aksine piyasanın alanının sınırsızca gelişimi 20.yy’dan 21.yy’a devreden süreçte şahit olduğumuz üzere sadece oligarşiyi güçlendiriyor. Dizginsiz bir piyasa, az sayıda elde iktisadi ve siyasi güç temerküzüne yol açarak oligarşik bir kapitalizmi güçlendiriyor.  

Önceki yazımızı da hesaba katarak tartışmamızın başına dönersek şunu söyleyebiliriz ki, “ahlaklı” bir piyasa arayışı -ki aslında piyasanın bir ahlakı vardır- açık ki bu piyasa zorunluluklarını ortadan kaldıramaz, dolayısıyla bu çerçevede kapitalizme bir alternatif ya da üçüncü bir yol oluşturamaz. Olacak tek şey sahip olunduğu iddia edilen değerlerin kâr için, kapitalist sermaye birikim süreci için bir girdi haline gelmesi olacaktır. Ancak bu durum piyasanın alanının daraltılmasını, toplumsal olana gömülü hale getirilmesini önemsiz kılmaz. Piyasanın alanının daraltılması, piyasaya bağımlılığın azaltılması gerçek anlamda halk yönetimine olanak açacak bir süreç olarak anti-oligarşik sol bir mücadelenin önemli bir bileşeni olarak görülmelidir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa