06 Temmuz 2024 04:25

Kapitalizm ayrıştırıcı ve bölücüdür

Cumhurbaşkanı Erdoğan

Fotoğraf: Murat Çetinmühürdar / TCCB 

Paylaş

Kayseri olayları basit bir suçluluk hali olarak görülemez. Kayseri olayları salt siyasi erkin ülkeyi göçmenlerle doldurma politikaları olarak da açıklanamaz. ABD’de iktidara yürüyen Trump, tüm saçmalıklarına rağmen “Amerika’yı büyük yapacağım!” laflarını ederken, sanırım meseleyi en yalın hali ile sergileyerek, bilerek ya da muhtemelen bilmeden aslında kapitalizmin özünü ortaya koymakta idi. Zira Trump bu iddiası ile meselenin özünü kapitalizmin ayrıştırıcı ve dışlayıcı ruhuna dayandırıyordu. Kapitalizmin rekabet dediğimiz piyasa ringinde örtülü savaş taktiği de en doğru anlatımıyla Peter Kropotkin’in de dediği gibi, karşı tarafı öldürme mücadelesinden başka bir şey değildir: “Rekabet, rekabeti öldürür!”

Çağımızın sosyal vebası olan ulusların hareketlilik ve yoğun göç dalgaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Kapitalizm yeryüzüne yayılırken, bireyler ya da gruplar arasında giderek güçlenen itme ağırlıklı mücadelenin çeşitli yansımaları göç görüntüsü altında sosyopolitik sorun olarak yaşanmaktadır. Bu hareketliliği tarihin bir döneminde yaşanan münferit olgu olarak almak da yanlıştır. Kapitalizmin ilk ve sömürgeciliğin başat olduğu dönemlerinde Kuzey tarafından sömürülen Güney, şimdi küreselleşme ve uluslararasılaşma hareketlenmelerinden üzerinden, vaktiyle aktarmış olduğu kaynaklardan yararlanmak amacıyla kuzeye gitmektedir. Güneyin tarihsel intikam yürüyüşü karşısında Kuzey de iliklerine kadar kapitalistleşmiş olarak, sistemin ayrıştırıcı ve bölücü politikalarını etkin bir şekilde devreye sokarak, vaktiyle sömürgeci devlet olarak Güney’den aldıklarını bugün güçlü ve kibar Kuzey devleti olarak paylaşmak istememektedir. Oysa bugünün Kuzey devletleri ne vaktiyle sömürgeci olduklarında saygın devlettiler, ne de bugünkü politikalarıyla birer kibar ve saygın devlet olmaya adaylar. Şurası çok nettir ki kapitalizm ile kibarlık ya da saygınlık kavramları yan yana gelebilen kavramlar değildir.  

Bu tarihsel göç dalgasının en büyük yükünü çeken Türkiye ise geçmişi ile tarihsel açısından bu kadar ağır bedel ödeme sorumluluğu ile karşı karşıya olmadığı gibi, bugün de ekonomik olarak bu maliyeti yüklenme durumunda değildir. Batı da bu durumun farkındadır ki, maalesef ‘bedeli mukabili’ Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanmaktadır! Bu hazin ve bir o kadar da gurur kırıcı tavrı ile Batı, her daim olduğu gibi bu kez de cince davranarak sınırlarından içeri sokmadığı sığınmacıların Türkiye’de tutulması karşılığında siyasilerimizin ‘hazım sistemi’ne bir parmak bal çalmaktadır. Bu süreci, okuyucuyu rakamlara boğmamak adına lafla halletmeye kalkarsak, şu basit mantıksal hesap dahi Türkiye’nin yüklendiği yükün ne denli ağır olduğunu ortaya koymaya yeter. Hesap şudur: sığınmacıların Türkiye’ye yıktığı yük sadece iaşe, ibate gibi günlük masraflardan ibaret değildir. Böylesi kalabalık bir kütlenin sağlık ve eğitim gibi bazı zaruri ve sosyal masrafları da vardır. Bu tür masrafların ne kadarının karşılandığı da sanırım, fazla net değildir.

Bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğim konu, sığınmacıların ülke halkına verdiği anlık ıstırap ve acıları kadar, Türkiye’nin şimdi ve ileride karşı karşıya kalacağı sorunların bizzat kapitalist mantıkla nasıl sığ geçildiğidir. İleriyi göremeyen sığ kapitalist mantık, sığınmacıların ülkenin demografik yapısı üzerinde olduğu kadar, sosyal davranış kalıplarını etkileyici ve ileride toplumsal genel eğitim düzeyini geriletici etkileri maliyetinin, bugünkü iaşe ve ibate maliyetlerinden çok daha korkutucu düzeyde olacağını idrak edememekte ya da üç maymunu oynamaktadır. Zamanlar arası dışlama mantıksızlığı ile çalışarak, daimi bir düşman oluşturup gerici kabile yönetimini sürdürmeye çalışan AKP yöneticileri için böyle bir sorun gündemde olmadığı gibi, gerici oy potansiyelinin desteklenmesi açısından olumlu dahi görülebilir. Habermas’ın, sermaye ile bürokrasinin el ele yönetiminin halkın aleyhine dönüştüğü görüşüne karşı geliştirdiği ‘kamusal alan’ anlayışı, Batı’nın tüm kurallarında olduğu gibi, bu konuda da Türkiye’de ters çalışarak, sermaye ile el ele vermiş hükümetin politikası halk ve ülke aleyhine belirlenmektedir. Sermayenin, içinden bir türlü çıkamadığı etkinsizlik ve verimsizlik tünelinde sığınmacılar üzerindeki sömürüyü sürdürme politikasını ilgili bakanlar düzeyinde dahi ifade etmekten çekinmeyen AKP yönetimi, bugünü düşünmediği gibi, yarını da hiç düşünmeden yönetim kılıcını sallamaktadır.

Kendi mantığı ile çalışan kapitalist ekonominin sisteminin diktatör siyasilerine karşı da kendini koruma gücü sistemin yapılanma ve işleyiş kuralından kaynaklanır. Şöyle ki devlet-ekonomi ilişkisinde altyapı olan ekonomi üst yapı olan devlete başattır. Ekonominin işleyiş kuralları üretim ilişkileri ve üretim sürecinin organik sonucu olarak oluşurken, aynı süreçte devlet olgusu da sermaye-devlet yapılanması şeklinde üstyapı olarak oluşur. Hal böyle olunca, siyasi otorite ekonominin işleyişini iyi anlamadıkça, hiçbir kararında sağlıkla yol alamaz. 20 küsur yıldır kah kendi sermaye altyapısını oluşturmaya, kah toplumu tarihin derinliklerine gömmeye çalışarak ne yaptığı meçhul AKP, emperyalizmle birleşme aşamasındaki sermaye ile üstyapı konumunu dahi algılayamadan, diktatör mizaçlı siyasetle sürdürdüğü toplumun yeniden yapılandırılması hevesinin de tatmin edilememesi dolayısıyla bocalamadan öteye gidememektedir. Sosyal hevesler politikasına gömülmüş siyasilerin ruhunun dahi duyup algılayamadığı finansal alanda hareketlenen üçüncü paylaşım savaşında ülke ekonomisinin hangi ajanları ile küresel ekonomiye eklemlendiği de hesaba katılınca, iç politika güçlü dış sermayenin de üstyapısı konumuna geçerek, politika kurgulamasında ciddi güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Mesele bununla da bitmemekte, savaş tazminatı mealindeki torunluk borçlarımızla baş başa kalmış oluruz!

Türkiye’nin ulusal hükümeti olmaktan uzaklaşıp, emperyalizmin emellerine hizmetle uluslararası sermayenin üstyapısı konumuna geçmiş olan hükümetin sınır kapılarını güney komşulara açılması salt Türkiye hükümetinin işi olmadığı gibi, sorunun çözümü de bu aşamadan sonra tek yanlı olacağa benzememektedir. Aynı şekilde yoğun altyapı inşaatına girişilerek çocuklarımıza-torunlarımıza devredeceğimiz borçluluk da salt Türkiye hükümetinin işi olmadığı gibi, borçlardan kurtulmak da artık Türkiye hükümetinin iradesi dışına çıkmıştır. Kısacası Türkiye hükümeti Türk halkının emri ve iradesi dışında uluslararası sermayenin yörüngesine girmiştir. Bu sürecin sebebi, küreselleşme döneminde uluslararası siyasetin ulusal siyasete başat olmasından çok, ekonomik alanda birleşen ulusların uluslararası siyasette birbirini dışlaması sürecinin doğal sonucudur. Diğer bir deyişle, çıkarlarda birliktelik fakat maliyetlerde dışlama! Hele de dünya kaynaklarının giderek sıkıştığı günümüz koşullarında uluslararası itişmelerin, doğal olarak, güçlü ekonomiler lehine giderek daha da yoğunlaşması doğaldır. Kısacası, yaşadığımız meseleleri salt içeriye hapsederek anlamaya çalışırsak, resmin özünü kaçırmış, özün yansımaları olan aktarım mekanizmaları ile iktifa etmiş oluruz.

Türkiye’nin bu aşamaya salimen ulaşmasında halkımızın üstün basireti yanında, enerjisini AKP ampulünden alan ‘aydın’ zümrenin olağanüstü becerileri de her türlü takdirin üzerindedir!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa