20 Temmuz 2024 04:42

En güzeli uzaktan sevmek belki…

Şafak Sökerken filminden bir sahne

Paylaş

Paolo Sorrentino, 2013 tarihli “Muhteşem Güzellik" filminde hayatının son periyoduna doğru yol alan bir yazarın dünyasına davet ediyordu seyirciyi ve Rönesans’ın kalbinde sanatın ve sanat dünyasının nasıl bir noktaya geldiğini anlatıyordu. Yönetmen, karakterin dünyasına doğru bizi çıkardığı bu yolculukta, yalnızca burjuva dünyasının çürüyen yanlarını değil, aynı zamanda ‘sanatın’ da geldiği yeri seriyordu gözlerimizin önüne. Bütün bu ihtişam ve görkemin, bakanların gözlerini kamaştırmak; çürüyen ve yok olan bir dünyanın görünür olmasını engellemek için var olduğunu hatırlatıyordu bize bir kez daha film. 

On yıl sonra bir başka İtalyan yönetmen, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ülkesinin sinema ve entelektüel dünyasının çürümüşlüğünü sıradan bir genç kadının gözünden anlatıyor bu kez. Geçen yıl Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü için yarışan “Şafak Sökerken” (Finalmente l’alba) 1950’li yılların Roma’sına götürüyor bizleri. Bir kez daha Roma’nın başta sinema olmak üzere entelektüel dünyasına dalıyor, bir şafaktan başka bir şafağa uzanan yolculuğa çıkıyoruz. 

Kendi halinde bir genç kadın olan Mimosa’nın annesi ve kız kardeşi Iris ile film izlediği bir sahneyle açılıyor film. Film çıkışı anne, savaş sonrası İtalyan filmlerini yerden yere vuruyor. Aynı gece bir de fırsat çıkıyor önlerine. Dönemin büyük sinema starlarından Josephine Esperanto ve Sean Lockwood’un oynadığı bir tarihi film için figürasyon bakılmaktadır. Iris ile ilgilenen bir genç ona bunun için bir teklifte bulunur. Hayat bir biçimde akıyor ve Mimosa da kendisini bu büyük yapımın setinde buluyor. Hemen belirtmekte yarar var. Film içindeki bu film, Elizabeth Taylor ve Richard Burton’ın rol aldığı 1963 tarihli “Kleopatra” filmini çağrıştırıyor. Ve bir dizi tesadüf sonucu başrol oyuncularına yakınlaşma fırsatı bulan Mimosa onlarla birlikte sabaha kadar sürecek bir yolculuğa çıkıyor. İki oyuncu, onların yıllar önce Roma’ya yerleşmiş ABD’li galerici dostları, başka oyuncular derken dönemin ana akım sinema dünyasının kibirli, rekabetçi, güçsüz olanı ezip güçlü olana biat eden taraflarını da görmeye başlıyoruz. Ekibin bir parti için gittiği şehir dışındaki konakta halka daha da büyüyor. Yazarlar, yayınevleri, ressamlar, sonradan görme burjuvalar vb. baştan aşağıya çürümüş bir dünyayı deneyimliyor Mimosa.

O hayran olduğu insanların gerçek hayattaki hallerini görüyor bir bakıma. “Şafak Sökerken”, bir yanıyla savaş sonrası İtalya’sında Amerikan kültürünün baskınlığının yarattığı tahribatı anlatırken, kendi ülkesinin dinamiklerini fazla ortaya çıkarmıyor sanki. Filmin başında annenin yaptığı eleştiriden Amerikan sinemasından bir memnuniyetin olduğunu varsaymamızı istiyor belki de. Savaş sonrası sinemada büyük etki yaratan İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne değinmese de estetiğini ondan ödünç alıyor ama Yönetmen Costanzo. 

Tarihe yönelik bu tür kurmaca anlatıların asıl olarak bugüne bir şeyler söylediğini atlamamalıyız. Her ne kadar “Muhteşem Güzellik” gibi bugünde geçmiyor olsa da belli ki bugünün İtalya’sının sinemacılarına ve kültür dünyasına dair de keskin bir hiciv içeriyor film. Mimosa’nın hayranlığının hayal kırıklığına uğradığı noktada, sinema dünyasının yüzündeki ışıltılı makyajın dökülüp korumasız kaldığı an oluyor öte yandan. 

“Şafak Sökerken”, Lily James, Rebecca Antonaci, Joe Keery, Willem Dafoe gibi oyuncularından güç alırken seyirciye bıraktığı boşlukların fazlalığı akamete uğramasına neden oluyor. Ne Mimosa gibi gözlerimizi kamaştırarak bu ortama girebiliyoruz ne de boşlukları tam olarak doldurup hikayeyi bütünleyebiliyoruz. Ama kişisel olarak gördüğümün bana yettiğini söyleyebilirim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa