26 Temmuz 2024 05:27

100 yıl arayla Paris’te iki olimpik dönüm noktası

Eyfel Kulesi'ne asılı olimpiyat halkaları

Fotoğraf: Ibex73/Wikimedia Commons CC BY-SA 4.0

Paylaş

Bundan tam 100 yıl önce Paris’in ev sahipliği yapmaya hazırlandığı Olimpiyat Oyunları bir dönüm noktasındaydı. Rönesans’la artan Antik Yunan ilgisi sayesinde insanlığın yeniden keşfettiği oyunlar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca özellikle İngiltere’de panayır benzeri yerel etkinliklerle (Cotswold Oyunları gibi) taklit edilmiş, 19. yüzyılda bağımsızlığını yeni kazanan Yunanistan’da uluslaşma çabalarının bir parçası olmuştu. 1833’te Panayotis Suços, “Ölülerin Diyalogları” adlı eserinde Eflatun’u, genç Yunan milletinin karşısına çıkarıp “Nerede tiyatroların ve mermer heykellerin? Nerede Olimpiyat Oyunların” dedirtirken milletine öngörülü bir istikamet çiziyordu. Ancak kolay değildi. Olimpiyat Oyunlarını yeniden canlandıracak enerji, Baron Pierre de Coubertin ve şürekası tarafından yüzyılın ancak sonunda sağlanacaktı. İlk modern oyunlar, 1896 Atina, özellikle basında yarattığı uluslararası heyecanla başarılı olarak kabul edilse dahi 1900 Paris tam bir fiyaskoydu. Oyunlar, 1904 St. Louis ve 1908 Londra için fuarlara, 1912 Stockholm için İsveç Kralı’nın can sıkıntısına mecbur kalmış, 1916 Berlin ise 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi nedeniyle iptal edilmişti.

HERKES, HER ŞEYE MEYDAN OKURKEN: 1920’LERDE SPOR

Devasa yıkıma rağmen savaş sonrası yıllarda özellikle işçi sınıfının hareketliliği muazzam bir dinamizmi ve yaratıcılığı açığa çıkarmıştı. Organize sporlar, tüm politik grupların gündemine girerken kulüpler, turnuvalar her yerde pıtrak gibi çoğalıyordu. Profesyonellik yasağıyla fiiliyatta kapılarını işçi sınıfına kapatıp sadece aristokrasi artıkları, burjuva ailelerin çocukları için açık bırakan olimpiyatların mevcut hali bu enerjiyi soğurmaya yetmiyordu. Bir yandan geniş kitlelerce takip edilen sporlar, profesyonellik yoluyla işçi sınıfından gelme yeteneklere şöhret ve kısmi refah vadediyor; diğer yandan sosyalistlerin ve komünistlerin öncülüğünde kurulan işçi sınıfı kulüpleri spora getirdikleri bambaşka solukla farklı bir dünya tahayyülü çiziyordu. Bir de Uluslararası Olimpiyat Komitesinin (IOC) dışladığı kadınlar vardı elbette. Coubertin’ın geleneksel toplum idealinde kadına biçtiği rol, 20. yüzyıl kadınının kabul edebileceği bir şey değildi. Kadınlar bu dönemde ya Alice Milliat öncülüğünde ya da işçi kulüpleri içerisinde faaliyet göstererek kendi yollarını çizme kararı almıştı.

Savaş sonrası bu atmosferde düzenlenen ilk olimpiyat oyunları olan 1920 Antwerp, bir işçi sınıfı kentinde düzenlenen aristokrat partisi gibiydi. Halk, futbol, boks ve güreş maçlarını kimi zaman kaçak şekilde tribüne sızarak doldururken diğer dallara ilgi zayıftı. Bu oyunlarda 1. Dünya Savaşı’nın kaybeden ülkelerine ve SSCB’ye mensup sporcular da yer almıyordu. 1921’de Prag’da düzenlenen ilk işçi olimpiyatı, 1922’de Paris’teki ilk kadın olimpiyatı derken çanlar üst sınıfların, ayrıcalıklıların spor turnuvası için çalıyordu.

Coubertin kritik bir dönemeçte olduğunu biliyordu. Bu yüzden 1900 Paris’in hüsranını da unutturmak üzere o güne kadar görülmemiş bir devlet desteğiyle 1924 Paris’i kurguladı. Dışişleri Bakanlığının 10 milyon franklık desteği, oyunların, Coubertin’ın hayal ettiği gibi politika üstü/dışı bir fenomen olmadığını, iktidarlara göbekten bağlı olduğunu ortaya koyuyordu. Oyunlar o güne kadar görülmemiş doluluktaki tribünlere rağmen büyük zarar etmişti ama bu o kadar da dert değildi. Özellikle ABD’nin etkisiyle medya ilgisi, Oyunların yarattığı politik heyecan ve tartışmalar, Paavo Nurmi gibi ilk olimpik yıldızların ortaya çıkması 1924 Paris’i nihayet Coubertin’ın istediği popülariteye taşımıştı. Bundan sonra işçi sporları organizasyonları ve kadınlarla rekabet bir süre daha devam edecek ama politik konjonktürün de yardımıyla (1930’larda Nazilerin yükselişi) IOC’nin olimpiyatları tartışılmaz bir statü elde edecekti. Elbette bu statünün bir bedeli de olacaktı.

Sermayenin devreye girdiği 1932 Los Angeles, oyunların devletler için nasıl bir propaganda aracına dönüşebileceğini kanıtlayan 1936 Berlin, SSCB’nin katılımıyla işçi sporları iddiasının terk edildiği 1952 Helsinki derken her olimpiyat, hakim sınıfın tercihlerinin sporda daha vazgeçilmez hale gelmesinin nişanesi oldu. IOC, bir “kodamanlar kardeşliği” olarak o dillere destan kapalılığıyla kapitalizmin yönelimlerine müthiş uyum sağladı. Gerektiğinde en keskin virajları almaktan çekinmedi. Üstelik bunu, -1980’lerde Çin’in de katılımıyla- Soğuk Savaş ortamında tüm dünyayı bir araya getiren benzersiz bir araç olarak yaptı.

HALK, OLİMPİYATLARA KARŞI UYANIYOR

Göz önündeki bu başarı hikayesine rağmen imparatorluk büyürken dertler de çoğalıyor, oyunların yarattığı sorunlar kronikleşiyor, olimpiyatlar protesto sahnesine dönüşüyordu. Neydi o kronik sorunlar? Çoğu zaman halkın sırtına yıkılan devasa bütçe açıkları, IOC’nin 2 haftalık bir şov için talep ettiği lüks ama oyunlar sonrası gereksiz hale gelen tesisler (bkz: beyaz fil), iddiaların aksine oyunlar boyunca esnafın ve turizmin kan ağlaması, IOC’nin demokrasiden uzak yapısının kuvvetlendirdiği yolsuzluk eğilimi ve boğazına kadar suça batmış yöneticiler, yerel yönetimlere/rejimlere sağlanan adı konmamış olağanüstü hal ilan etme lüksü ve bunun demokrasiyi baltalayan yan etkileri, aynı şaşaanın sözde “çevrecilik” iddialarını çiğneyen sonuçları… Uzayıp giden bu liste, olimpiyatların gittiği her yerde ezilenlerin aleyhine sonuçlar doğurmasını ve protestolar üretmesini beraberinde getirdi. 1989’da Toronto halkının “sirk değil ekmek” sloganıyla örgütlediği ve kentin olimpiyat adaylığına karşı çıkan kampanyasının başarısı önemli bir dönüm noktasıydı. Hâlâ IOC başkanı olan Thomas Bach’ın 2014’te ilan ettiği değişim manifestosu, Ajanda 2020, “Olimpiyatlara ev sahipliği yapalım mı” sorusunu halkına sorma zahmetinde bulunan pek çok Kuzey Amerika ve Batı Avrupa şehrinde verilen retlere karşı bir önlemdi. Artık bir “Olimpiyat Karşıtları Günü”nün (23 Haziran) dahi olduğu dünyada Olimpiyat Oyunları daha mütevazı, daha küçük, daha yeşil, daha demokratik, daha adilmiş gibi yapmak istiyor. Ama sorunlar artık “mış gibi yaparak” çözülemeyecek kadar büyük. Bu yüzden Olimpiyat Oyunlarına ev sahibi bulmak bile bir meseleye dönüştü. IOC, eski formatını terk ederek “atama” usulüne geçti. 2024 Paris’e, 2028 Los Angeles’a, 2032 Brisbane’a… Kim bilir belki 2036 da Ekrem İmamoğlu’nun politik projesi olarak öne çıkan İstanbul’a…

YENİ DÜZENİN İLK SINAVI

2016 Rio ve 2018 Soçi, önceki yönetimin bakiyeleriydi. 2021 Tokyo’yu da Kovid-19’un olağanüstü koşulları nedeniyle saymayabiliriz. Bu halde 2024 Paris aslında, Bach’ın sözde yeni olimpiyat düzeninin ilk sınavı. 2024 Paris, tesislere nispeten az para harcandığı için önceki olimpiyatlara göre daha hafif bir gider tablosuna (8.2 milyar dolar) sahip. Tepkilerden ağzı yanan IOC’nin muazzam medya gelirlerinden 1.2 milyar doları da ev sahibiyle paylaşması, bütçenin rahatlamasında rol oynuyor. Ama yine de AB kuralları hilafına hayata geçirilen yapay zekaya dayalı gözetleme sistemi, Paris’i 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez bu kadar güvenlik gücüyle donatan gayriresmi OHAL’i, oyunlara yer açmak için hayata geçirilen mutenalaştırma projeleri, evsizlerin bir olimpiyat klasiği olarak ellerine tek yönlü biletler tutuşturulup “medeni dünya”nın gözünden uzaklaştırılmaları, İsrail’in bir yanda soykırım işlerken diğer yanda elini kolunu sallayarak oyunlarda yer alması, Yeni Kaledonya’da gözler önüne serilen neokolonyal riyakarlık ve sahte çevrecilik pratikleri gibi marazlar 2024 Paris’in, Bach’ın umduğu kadar pürüzsüz geçmeyeceğinin habercisi.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa