Beyrut’tan buraya bak bir, bir de buradan Beyrut’a
Fotoğraf: AA
2014 senesinde yine Evrensel’e bir Beyrut yazısı yazmıştım. İlk gidişimdi.
Ömrümün bir dönemini geçirme hayali kurduğum memleket dışındaki tek şehirdi.
Şarapnel izleri dolu duvarları süsleyen barışa adanmış duvar resimleri, içinde insan yaşayan her evden taşan yaşamı müjdeleyen saksı saksı çiçekleri, onca yıkılmışlığın, enkazın içinde saklanamayan neşesi, her adımda hayatın ertelenmediğinin bir emaresi.
Neden Beyrut’a vuruldum diye çok düşündüm sonraları. İnsanındandı.
Seni turist değil, misafir gibi gören, pek çoğu illa bir dil bilen ve derdini dinlemekten, kendini anlatmaktan yüksünmeyen, ikramı bol, kucağı açık insanları yüzünden.
Sürekli erdemli insanlardan hayat dersi alıyordum sanki, her selamlaştığımızdan bir şey öğreniyordum.
Ve en çok şu cümleyi duyuyorduk: “Beyrut’ta mutsuz olmanıza izin veremeyiz.” Esnafa yol sorduğumuzda tarifle birlikte hemen bir peçetede ikram bir şeyler uzatılıyordu, herkes bir başkasının mekanını övebiliyordu, semti, sokakları, dükkanları yürekten överek tarif ve tavsiye ediyorlardı. Kadındık, özgürdük sokaklarında. Girme dedikleri mahalleye girmediğimiz sürece. Giremediğimiz mekanları taksici müziğiyle ışığıyla, taklitleriyle yaşatıyordu bize. Anlatıyordu uzun uzun, taksimetrede yalan olmuyordu, tutar hep aşağı yuvarlanıyordu niyeyse.
Bir taksici ile öyle bir sohbete dalmıştık ki kocaman bir tatlıcıda hep birlikte künefe yerken bulmuştuk kendimizi. O taksici ellilerinin ikinci yarısındayken bir kadın binmiş taksisine, ressammış, resim öğretmenliği yapıyormuş. Biraz ressamlardan, müzelerden, akımlardan ve müzikten konuşmuşlar, kadın inmiş. Adam aşık olduğunu hissetmiş bir anda. Karşı konulamaz şekilde yeniden görmek istemiş kadını. Neredeyse otuz yıldır evliydim, karımı seviyordum. Nasıl oldu anlamadım. Ben karıma hiç yalan söylemedim, hiçbir şey saklamadım. Bunu da saklayamadım. Aynı akşam yemeğe götürdüm ve dedim ki “Neden ve nasıl oldu anlamadım, bu kadını görünce kalbimde bir şey çok hızlı çarptı.” Eşi de demiş ki “Biz seninle uzun bir yolun yoldaşıyız. Hiçbir aşkın hayatta kalamayacağı kadar ve bir sevginin yeterince kökleneceği kadar uzun. Yeniden o heyecanı yaşadığın için senin adına mutluyum. Ömürde bir olacağına iki olsun, kolay bulunur şey değil. Birbirimiz adına sevinmek de sevgimize dahil.”
Çok eskiden yaşanmış bir olaydı, bize anlattığında yetmişine yaklaşmıştı ve hâlâ evliydiler. Ben ahlak, aşk, sevgi, evlilik, yoldaşlık ve adına sadakat dediğimiz şeyi aradığımız yeri onlar özelinde defalarca sorguladım.
Bir gün de taksi bulamamıştık, önümüzde bir araç durmuştu, hayatımda gördüğüm en bakımlı, en şık kadınlardan biri kapıyı açıp “Sizi biz bırakalım, taksi bulunmaz buralarda, mutsuz olursunuz, biz bırakırız” diyerek bizi araçlarına almış, gezmemiz gereken yerleri de sabırla anlatmıştı.
Restoranda yemek seçerken birkaç çeşit arasında kararsız kaldığımızda, diğerlerinden tadımlık getiriyorlardı. Aklımızda kalmasın, mutsuz olmayalım.
Lübnanlı eğlenmeyi biliyordu, yarın yok gibi yaşamayı. Hayatı büyük yaşıyorlardı, dünyevi hiçbir şeyi anlamının olmadığını bilecek kadar çok ölüm görmüşlerdi. Trafik sıkışıp tamamen dururdu bazen Zaituna Bay’da, araçlar kontak kapatırdı, o an müzikler açılır, camlardan dans etmeye, yan araçla sohbete başlar hatta kimisi nargilesini yakardı yolda.
On sene sonra yine gittim yakın zamanda. İlk 24 saatte hesap ödeyemedik hiçbir yerde. Kaldığımız evin köşesinde, sıcak ekmek yapan bir yer vardı, tam dükkan bile değil, izlediğimizi görünce, bol peynirli gözlemeye benzer bir şey attı ocağa, nasıl yapıldığını anlamak için dikkatle bakıyorduk, çok geç anladık, bize bir ikramdı. Israr ettik, beş kuruş ödeyemedik. Sonraki her sabah kahvaltıyı orada ettik. Yolda bir arkadaşa yol sorduk. Bizden biriydi, dilimiz aynı, onda bir de Arapça vardı. Bir aşkın izlerini silmek için o aşkı bulduğu Beyrut’a geri gelmişti. Suudi’de çalışan bir eş cinseldi. Bazı ömürleri senaristlerin bile aklı almıyor değil mi?
Bize bir restoran önerdi, beraber yürüdük, beraber sofraya oturduk. O dil biliyordu, siparişi verdi, donattı soframızı. Birer kadeh arakla arkadaşlığımız pekişti, sonra o bir yere yetişmek üzere kalktı gitti. Kapatmış masanın hesabını. İki günde öğreniyor insan ikram etmenin hazzını. Ne para üstü alasın geliyor ne de paranın önemi. Öğrendik yeniden.
Onlarda da göçmen sorunu var. Sokaklarında dilenci hatırlamıyordum. Çaresiz insan çok artık. Onlar terslemiyor bizdeki gibi. Biz rahat edelim diye kendi düşkünü kendileri idare etmeye çalışıyor: “Turist onlar, dil de bilmiyor, rahatsız etme, su vereyim, ekmek vereyim ne lazım?” Lübnanlı, orayı gezmeye geleni, bu çaresiz mültecilik halinden nazikçe korumaya çalışıyor. Bizim memlekette hoparlör sistemi ile para toplamaya çalışan insanların global turizm sitelerine konu olduğu geliyor aklıma.
Bir ülkenin bir mazlumuna, bir de misafirine nasıl davrandığı o toplumun aynasıymış meğer.
Beyrut mahvoldu; patlama, ekonomik buhran, çatışmalar derken vuruldu, şimdi de İsrail tarafından. Ama insanı bozulmuyor inatla, ezberi çatışma ve savaştan yana olsa da nasıl oluyorsa, onların geneli iyi insan kalabiliyor.
Biz mazlumların son halkası, sokak hayvanını koruyamıyoruz daha, düzensiz ve kontrolsüz göç politikasının hesabını sığınmacıdan soruyoruz, cinayetleri, insanlık suçlarını görmezden geliyoruz.
Biz misafiri söğüşlenecek keriz görüyoruz artık, portakal suyu on avro, serpme kahvaltı yirmi dolar, yersen. Taksi de Beşiktaş’tan Taksim’e ikinci köprü üzerinden getirir navigasyon açmazsan.
Bizim kendimizi anlatma derdimiz kalmadı. Hamra’da, Gemmayze’de, Zeituna Bay’da adım başı resim galerisi var, inanır mısınız hâlâ Beyrut’ta yaşamakta ve sürekli üretmekte ressamlar, heykeltraşlar.
Bıkmamışlar, gitmemişler, kalmışlar, derdi sanatla anlatıyorlar.
Bizde kültür para etmiyor, kitap pahalı, edebiyat satmıyor varsa yoksa kişisel gelişim, başarılı, mutlu, zengin olmayı bir kitaptan öğrenelim de bitsin hem internette yüzde 40 indirimle, kargo da bedava. Resme yatırım yapacağına altının artacağı kesin. Daha borsası var, ethereum, bitcoin.
Ne demek gece çıkıp iki kadeh içmek; millet aç aç, yoksulluk sınırı olmuş altmış bin.
Vallahi işte akıl da almıyor Lübnanlının gözü neden bizden tok da kuracak masa buluyor her daim.
Ferit Edgü gitti, peşi sıra Genco Erkal. Neden biliyor musunuz bunca derinden üzülmemiz? Yerlerinin dolmayacağı kesin.
Hakkâri’de Bir Mevsim bir daha yazılsa da bakalım basılacak mı, basılsa kaça çıkacak raflara, kaç gazete kaldı iyi kitap eleştirisi yazan, nereden duyacak okur, kaça alacak, ne ara okuyacak, nasıl duyulacak yazar da ömrünce hiç taviz vermeden yaşamış bir oyuncu kalkıp bir de filmi çekildiğinde onda rol alacak?
Daha kadrajdan kadeh sakınanlar mı Genco Erkal koltuğuna oturmayı hayal edecekler? Gerçekten tavizsiz bir ömür geçirecek iyi oyuncular bakalım ne zaman tutuklulukla karşı karşıya kalacaklar?
İnsandan yana çok hışırlaştık. Her şeyi -mış gibi yapıyoruz.
Bilir-miş gibi, anlar-mış gibi, dinler-miş gibi, yaşar-mış gibi.
Birileri üzerimize gelecek diye otosansürle konuşuyor ve yaşıyoruz. Başımızın üzerinde hep bir “Millet aç aç”, “Bunca acı varken sırası mı?” cümlelerinden kılıçlar, incecik ipe bağlı.
Geçenlerde Sevgili Dostum Tarkan Konar, sosyal medyaya şöyle yazmış:
“Bunalımda olduğunda sana şükret veya bardağın dolu tarafına bak diyenlere aldırma. Kendisinden daha zor/kötü durumda insanlar var diye şükredenler midemi bulandırıyor. Bugün insanlık sadece bisiklet lastiği inmiş diye üzülecek birikim ve bilgiye sahiptir. Kederin bundan fazlası sen boyun eğ diye var.”
Çok haklı. Açıp okuyorum her gün şu yazıyı. Biz bundan kaybettik işte, tam da Amin Maalouf tarifiyle tam bir Ortadoğulu gibi her şeye üzülüp hiçbir şey yapmadık. Yapacak olana da mani olduk, millet aç aç, bunca acı varken sen çıktın konser mi verdin, sergi mi açtın, film mi çektin, oyun mu sergiledin, müzik mi dinledin, roman mı yazdın? Neden sorunlarımıza değinmedin, neden bizimle birlikte hiçbir şey yapmayarak üzülmedin? Tweet atsaydın, Instagram’ında paylaşsaydın? Üzüntüler böyle bulaşır, söyleme mecburiyetiyle yayılan faşizm de. Ve böyle böyle kırılır yaratıcılık, kültüre dair kolonlar böyle çürür içten içe, bozulur insanlık, takdir yerini tenkite bırakır, haklılık çıkara dönüşür, “Bir gider bin geliriz”den “Bir gider dolmaz yeri bir daha”ya gerileriz.
Beyrut’u vurdular, Hizbullah yüzünden bir ezberle bakıyordur hiç gitmeyen diye, yiyeceğim lafları bilsem de, eleştiri oklarını ensemde hissetsem de, benim de fikrim böyle be kardeşim, içimden geçeni yazayım istedim.
Bizi de vururlar, geride ne bırakacak kendi namına herkes bir düşünsün isterim.
Feyruz, Lübnan’da yaşıyor ve söylüyor hâlâ, şarkısında biraz bizden de bir şeyler... Arayan bulur elbet.
“Beyrut…
Kalbimden selamlar sana ey Beyrut…
Öpücükler denizine ve evlerine…
Eski bir denizci yüzü gibi olan taşına…
İnsanların ruhundan yapılmıştır o…
şaraptan, şekerdendir.
Bir ekmek ve yaseminden.
Şimdi ne hale geldi?
Ateş ve duman tadı artık...”
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24
- Ben aptal mıyım bay başkan? 12 Ekim 2024 04:40
- Ottolaşmak üzerine 05 Ekim 2024 04:40