10 Ağustos 2024 04:43

Asgari ücret ve enflasyon tahmini

Fotoğraflar: AA

Paylaş

Merkez Bankasının yıl  sonu enflasyon tahmininin yüzde 38 olduğunu ve bu tahminin şimdilik değiştirilmediğini değerli okurlar biliyorlar. Haber olarak ilan edilen ve bilinenlerin yorum sütunlarına getirilmesinin sayfa doldurmadan öte bir işlevi yoktur. O nedenle, bugün bu konuyu değil, fakat bununla ilintili bir başka konuyu kendimce yorumlayarak sizlere taşımak istiyorum. O da, yıl sonu enflasyon tahmini ile asgari ücret arasındaki ilişki ve bu sürecin yol açabileceği sosyal yozlaşmalardır.

Bu tartışma, Merkez Bankası başkanı gibi çok üst düzey görevdeki kişilerin ekonomi bilgisi/yorumu düzeyinin sergilenmesi açısından da önemlidir. Diğer bir deyişle, bizleri nasıl kafalar yönetiyor meselesi en az enflasyon kadar ciddiye alınması gereken bir konudur. Merkez Bankası başkanının konuşması bağlamında bu konular üzerinde düşünmemiz üzücüdür, fakat bir o kadar da ülkemize hükümet eden kadronun kalibresinin anlaşılası açısından yaşamsaldır. Maalesef, MB başkanının düşüncesi Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve hükümet erkanının da fikrisabitidir. Zira bu düşünce sistemi, sermaye tarafından hükümet zevatına o denli giydirilmiş ki, oy endişesine dahi kapılmadan hükümet bu konudan bir gram dahi taviz vermemekte geleneksel inadını sürdürmektedir. Halkın yoksullaştırılması pahasına ekonomiyi kurtarmak; ekonomi ne demekse ve bu kurtuluşun kime ne yararı olacaksa!  

Şöyle bir hafızamızı yoklayarak TV ekranlarında emekçiler adına konuşan sendikaların ve bizzat kendi adlarına konuşan emeklilerin neler söylediklerine bir bakalım. Tüm söylenenlerle anlatılmaya çalışılan konunun geçim derdini de aşmış, nerede ise yaşam derdine inmiş olduğunu göstermektedir. Bu durum gerçekten fecidir! Hiçbir ülkeyi küçümsemek istemem, ama yaşam standardı olarak, sözü edilen kesimin durumunun bazı Afrika ülkelerini andırdığı rahatlıkla söylenebilir. Sözünü etmekten çekindiğim böylesi fakir ülke halkları mutlak olarak yoksul statüsünde olmakla beraber, ülke içi ölçümde göreli yoksul sayılmazlar, zira yoksul olan ülkede gelir dağılımı oldukça dengelidir ve ülkede genel yoksulluk yaşanmaktadır. Oysa Türkiye’deki durum bu değildir. Türkiye’de sözü edilen yoksul kesim hem mutlak yoksul, hem de göreli yoksuldur. Zira ülke kalkınma halindedir ve ülkenin ortalama gelir düzeyi düşünebildiğimiz yoksul ülkelerden çok daha yüksektir. Gariptir ki, bu durum 22 yıldır ülke yönetimine başat olan, ambleminde adalet ve kalkınma sözcükleri bulunmakla beraber amblemiyle müsemma olamayan ve olmamakta da direnen bir siyasi örgüt yönetiminde gerçekleşmektedir. Ülke baştan beri yanlış görüntü altında örtülü amaca sürüklenmektedir. İşte, problem bu noktadadır!

Bu soruna, sömürü sistemine dayandığı için özünde adaletsiz olan kapitalist sistem açısından bakmamız yetersiz kalır. Çünkü geçmişte ülkenin ulusal geliri daha düşük düzeylerde iken gelir dağılımının hiç değilse bugünkünden daha makul olduğunu biliyoruz. Gelir dağılımının çok çeşitli göstergelerine göre yapılan ölçümlerde, AKP’nin özellikle ikinci döneminde gelir dağılımının çok ciddi bozulduğu, adeta orta sınıfın yok olurcasına toplumun giderek büyük bölümünün alt gelir gruplarına doğru kaydığı, buna karşın giderek küçülen bölümün ise neredeyse ileri ülke gelir düzeyine yaklaştığı görülmektedir. Bu durum salt ekonomi açısından değil, fakat tüm sosyal göstergeler bağlamında hafife alınamayacak riskler taşımaktadır. Sosyal destek programlarının genişletilmesi kalkınma göstergesi değil, ülkeyi bu hale sürükleyen bir siyasi yapının siyasi rüşvet tabanlı oy tarlası göstergesidir.

Önce, Merkez Bankası başkanının asgari ücret ile enflasyon arasında kurduğu ilişkiye bir bakalım. Çok ağır emek sömürüsü ifadesi olan asgari ücret ve enflasyon ilişkisi salt girdi maliyeti şeklinde ele alınamaz. Evet, asgari ücret bir girdi maliyetidir, fakat yükseltildiğinde sömürüyü geri plana ittiği, yani kârları törpülediği derecede enflasyona yol açmaz. İşte burası işin püf noktasıdır; şöyle ki, kendisinin de bir finansçı olması beklenen Merkez Bankası başkanının atladığı finansal sürecin devreye girmesiyle işlerin rengi değişmektedir. Şöyle ki; asgari yaşam koşullarının altında kalan asgari ücretli ya da emekli vatandaş reel ücret düzeyini yükselterek geçimini sağlayabilmek amacıyla finans alanına yönelip kredi kullanmaya başladığında, karşılığı üretim olmayan harcama gücünün piyasaya sürülmesine neden olarak, maalesef, enflasyon odağı yaratılmış olur. Aşırı sömürü altında ezilen meta üreticisi emek ana üretim faktörü olmakla beraber, kendisine ödenmeyen emek karşılığını finans alanından karşılamaya yönelirken, patronun aşırı sömürüsüne muhatap olmasının sonucunda bu kez de enflasyon yaratıcı eleman olarak devreye girer. Meseleye bir de şöyle bakalım: Fiilen elde edilen parasal ücret ile patrona giden sömürü tutarı toplamı, yaratılan meta karşılığında piyasaya çıkabilecek satın alma gücüdür. Bu miktar satın alma gücünün karşılığında piyasada ürün bulunduğundan yapılan harcama enflasyona yol açmaz. Ancak, aşırı sömürünün emekçiyi finans alanına yöneltmesi, karşılığında ürün olmayan paranın piyasaya çıkması, finansçıların ifadesiyle para tabanının genişletilmesi anlamına geldiğinden enflasyon odağı yaratılmış olur. Her gün TV ekranlarında emekçilerin ve emeklilerin belki onlarca kredi kartı taşıdıkları, bir kartla diğerinin borcunu kapatmaya çalıştıkları, buna rağmen hâlâ borçlu kalmaya devam ettikleri düşünülürse, enflasyonun bir sebebinin de aşırı sömürü altındaki emekçinin zaruri ihtiyacını karşılamak amacıyla krediye başvurması olduğu anlaşılır. Bu sürecin oluşumuna bakacak olursak, evet, yüzeysel görüntüde enflasyona son kertede emekçinin sebep olduğu yansır. Ancak,  son aşamanın geriye doğru sarılması ve analizi, emeği yüksek oranda sömürerek emekçiyi finansal alana sürükleyen oligopol konumundaki sömürücü patron odağa girer.

Burada iki konu iç içe geçmiş bulunmaktadır. Birincisi, iktisat alanının salt yüzeysel görüntüsü ile ele alınışı ve perde arkasındaki işleyiş mekanizması ve alt-bağlantıların ihmal edilmesidir. Hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki, böyle analiz yöntemi cehalet ya da eblehliğin değil, konuya sermaye yönlü sömürücü anlayışla yaklaşımın sonucudur. Burjuva iktisat bilgisinin (bilim değil!) yarattığı cahil yöneticiler ve sonuçta çöken bir toplum. İkincisi, iktisat alanı toplumda kendi kuralları ile işleyen ontolojik bir yapı olmakla beraber, tüm diğer sosyal yapıları etkilediği gibi, onlardan da etkilenir. Yoksulluğun ve çaresizliğin toplumları nerelere sürüklediği meselesi hem çok açıktır, hem de yazının boyutunu aşmaktadır. Bununla beraber ülkesel ve ulusal açıdan en tehlikeli sonucuna kısaca işaret ederek konuyu kapatmak istiyorum. Ülke halkı yoksullaştıkça, siyasi erk zor alan olan yoksulluğu giderici faaliyetlere değil, daha kolay ve parti/kişi bekası adına sosyal programları genişleterek, desteklenen yoksul taban üzerinden siyaseti işgalini sürdürür ki, bu durum çok tehlikeli bir gidişattır. Bu tehlike salt ahlaksal açıdan değil, aynı zamanda ülke/ulus bekası açısından da dikkatle ele alınması gereken bir konudur. Gelecek yazılarda bu meselelere temas etmeyi düşünerek, şimdilik yazıyı sonlandırayım.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa