17 Ağustos 2024 04:25

Büyük-küçük

Fotoğraf: Freepik

Paylaş

Eskiden; gündelik hayattan, daldan dala konulardan bahseden köşe yazılarını çok severdim.

Bu hafta öyle yazmaya biraz özendim. Seri akan gündemden aklımı başıma, odağımı tek konuya yoğunlaştıramamamın da katkısı olmuştur affınıza mağruren.

Geçmiş günlerde, sahilde ilçede yaşayan ailemi ziyaret etmiştim birkaç gün. Yeğenim ufak daha, yetişkinlere “büyük insan” diyor şaka yaparken, çocuklara “küçük insan”, gençler “orta.”

İlçenin geneli büyük insanlardan oluşuyor işte.

Emekli yeri daha ziyade, hayat sakin ve rutin. Deniz orada genelde serindir, çok turist almaz, günübirlikçi daha ziyade. Yerlisi de o serin suya alışık.

Her gün aynı konu konuşuldu birbirini yabancılamayan insanlar arasında;

- Su soğuk değil mi? 

- Evet ama girince alışıyorsunuz.

- Yavaş yavaş değil, bir anda bırakın kendinizi.

- Başını suya hemen sokarsan üşümezsin.

ya da

- Su bugün ılık değil mi?

- Evet evet çok güzel.

- Dün serindi mesela.

Aslında güzel, havadan sudan konuşup yoktan yaratılmış diyaloglar. Öte yandan sohbet tekrardan ibaret, duyulmaktan nasıl bıkılmıyor bilemedim. Konuşulanın kime ne faydası var onu da çözemedim.

Bir tek gün çok soğuk oldu ama gerçekten çok soğuk. Bir anda patladı şakalar.

- Soğuk kavramını zihninden silemeyen gelmesin.

- Öyle soğuk ki sıcak ne demekti unuttum.

- Girince alışmayı bırak çıkınca bile fikre alışamıyorsun.

O an fark ettim işte biz buyuz. Başımıza olumsuz bir şey geldiğinde alaycılığa vurup yaşıyoruz. Yaratıcılığımız dar günde boy veriyor, o da mavraya yarıyor. 

Sair günlerde biz yeni cümle kuramıyoruz, klişelerden dışarı adım atmıyoruz.

Ve maalesef bu dili gerçekten 500-600 kelime ile konuşuyoruz, fikirler de bu yüzden uçuşmuyor belki.

Dalgasını geçemediğimizin de atışmasını yaşıyoruz. Böylece dağılıyor öfkemiz.

Geçenlerde başka bir gün, Anadolu yakasından Avrupa'ya geçmeye çalışıyorum. Kontak kapatmalı bir trafik var. 

Yaşını anlayamadığım, siyah çarşaf içinde bir kadın, ölçüleni 37 hissedileni sonsuz sıcaklıkta, araçlar arasında elinde bir kartonla dileniyor.

Markör denilen kalın keçeli kalemle yazılmış, (Bu işe yapılmış tek yatırım o kalem sanırım): Allah için para, açım…

Din fikrinden uzaklaşma sebebim tam da bu yaklaşımdı, onu hatırladım. Bir insana, yalnızca aç kalmasın diye yardım etmeye çalışmakla, Allah kızmasın ya da Allah görsün de iyi bir kul desin diye sadaka vermek arasındaki farktı. Açı doyurmak, insan aç kalmasın diye değil, onu doyurana sevap kazandırsın diye yapılması gereken şey. Destek, dayanışma bile bir çıkar üzerinden tembihleniyor.

O kadar sıcak ki bir insanın tüm bedeni siyah bir kumaş altında pişerken, sıcağı çeken, gölgesiz bir asfaltta ve egzoz sıcağında dikeldiğini görmeye dahi dayanmak zor. Camlar açılıyor, avcuna üç beş tıngırdıyor bozukluklar. Zaten arabalardaki demir paralar, koltuk arasında kaybolmaktan başka artık ne işe yarıyorlar?

Az ileride ise bir adam su satıyordu. Tozlu asfaltta, yine aynı sıcağın altında, üzerinde askıdan yeni alıp giymiş gibi, jilet gibi ütülü bembeyaz bir gömlek, kumaş pantolon ve yürüyüş ayakkabıları.

O kadar şık su satıyor ki sanki su markasının sahibi gelmiş sosyal deney yapıyor markasıyla ilgili. Tüm araçlar, beklenmedik bir trafiğin göbeğine düşüp kontak kapatmışlar. Yine de rağbet yoktu ona.

Her memleket insanı gibi ben de içimden hesaplamaya başladım; bu trafikte su satma işi kaç para getiriyor da bu kadar şık ve hevesli olabiliyor insan?

Sözelciyim diye mi bilmem, benim hesapların hiçbiri tatmin edici çıkmadı. Köprü çıkışında, hâlâ devam eden trafikte bu sefer bir kadın gördüm, çiçekli tiril tiril elbisesi, bir elinde güneşten korusun diye yazlık şemsiyesi, diğer elinde bir file içinde su; su satıyor şıkır şıkır.

Bahadır Özgür’ün son okuduğum yazısının manşeti geldi o an aklıma “Hepimizi neden döve döve asgari ücretli yaptılar?” Fark ettim ki bu insanlar henüz yeni su satma işine başlamışlar. Mecburiyetten. İşini ciddiye alan çoğu emekçi gibiler. Onlar, susayan insana, ulaşılması zor yere, ağır su taşıyarak verdikleri emeğin karşılığını ekleyerek su satıyorlar. “Bu garibandan su alırsanız sevap kazanırsınız” pazarlaması yapmadan.

Eski akademisyen yeni seyyar pilavcı, eski mühendis yeni elektrik ustası, eski sosyolog yeni tezgahtar, eski fabrika işçisi yeni iş güvenliksiz temizlikçi olan, olmak zorunda bırakılan herkes gibi.

Milyonlarca insanın yaşadığı, kalanların da yakında yaşayacağı o araftalar: Onuruyla hayatta kalma. 

Mesleğimizin ederi eksildikçe, işsizlik arttıkça, sendikalar vasıfsızlaştıkça, beyaz yaka sınıfının farkında olmadıkça, biz 500 kelimeyle yetinmekten, aynı suda yıkanmaktan, boş konuşmaktan, mavralarda çaresizlik sönümlemekten, çelik gibi öfkemizi birbirimize çala çala paslandırmaktan ve her savunumuzda esas hakkı önceliklemek yerine, karşımızdakinin bakış açısına uyup bir çıkar sunmaktan vazgeçmedikçe hepimiz o asfalttan beter sıcakta yanacağız, hangi cennet vaadi ikna eder bu cehennemi yaşamaya? Asgari ücretle geçinemedikçe, yaşamı asgarileştirmek bir direnme hali ama ancak ölüme direnme.

Köprü yolu neden tamamen tıkalı olur? Ya çakarlı konvoylara kapatıldığından ya da işte denk geldiğim gün gibi köprülerde asgari yaşam emaresine bile ulaşamayınca intihara niyetlenenlerden.

Peki şaşkınlığı yaşamaya alışılıyor da şaşırtmak neden öğrenilemiyor? Neden birkaç bin kelime ile masaya yatırılmıyor şu soru: Direnerek mi kazanılıyor, atağa geçerek mi?

Eray Özer'i bu sıralar podcastlerinden hatırlarsınız, dili 500 kelimeye sıkıştırmayan, fikir üreten ve bilgiyle besleyen bir arkadaştır. İsyan ediyordu sosyal medyada. Bozcaada'da çıkan yangın için desteğe giden itfaiye araçlarına, tatilciler feribot sırasını vermemiş. “Yaşam denilen şeyden aynı şeyi mi anlıyoruz? Yazık size... Bize yazık aslında. Yazık...” diyordu.

Hani yeğenim insanları yaşına göre büyük ve küçük diye ayırıyor ya, o hâlâ sevgi dolu bir çocuk olduğundan. Gerçekte küçük insan, kendisi dışındaki her olaya kör, dilsiz, sağır kalan, memleketi savunduğunu sanırken bile yalnız kendi yarasını esas alan, çıkarı ortaya koymadan bir hakkı savunamayan, serbest gezen yılan kendine dokunmaz sanan o. Küçük insan küçük hesapların insanı, hesapta tutar da değil belirleyici olan.

Parayı bulan kendini büyük sanıyor, bütçesiyle ifade ediyor kendini, büyük fontlarla marka yazıyor giysilerinde, saati görünecek şekilde poz veriyor.  Ama toplasan, su satmaya ütülü gömlekle ya da çiçekli elbiseyle çıkmak kadar büyük etmiyor. Yaşar Usta tiradıyla kaç nesil büyüdü, bilmiyorum kartvizitinde kamu görevi yazan birileri nasıl böyle İtalyan işi ultra pahalı takımlar içinde küçülebiliyor? Bir ada yanarken nasıl kendini itfaiyeden daha önceye koyabiliyor? Küçük insan şu koca dünyada kendini biricik sanıyor. Ne sınıfından haberdar ne her adımının onu da arafa yaklaştırdığından. Sorgulamıyor küçük insan, ona kendi fikri yetiyor, o da başkasından duymuştu, üzerine eklemeden bir diğerine aktarıyor: “Girince alışıyorsun.”

O; itfaiyeden önce adaya varacak, sonra herkese yangın ne fenaydı, tatilleri nasıl zehir oldu onu anlatacak. İnternetten öğrendiği lokantaya gidecek, çok hesap ödeyecek. Kulağına çalınanı kendi de tecrübe etmenin rahatlığıyla aynen aktaracak: “Ada da bozdu ya, üç kişiye bir salata üç çeşit zeytinyağlı, balık bile söylemedik, bir hesap geldi inanamadık.” Kime ne faydası oldu bu muhabbetin hiç sorgulamayacak.

“Neyin faydası olurdu?” sorusu aklına bile gelmeyecek. Küçük insan, yalnızca bir lider ararken farkında oluyor cürmünün ne kadar küçük olduğundan. Hiç kendi bileğiyle güreşe girmek aklına gelmiyor. Hep bir önder arayışında. Böylece ona kalan küçücük bir sorumluluk olacak, en yormayanından. Büyük insan, büyük yaşıyor hayatı. Dalından kopardığı incirin eline yapışan sütünü koklarken bile daha büyük haz alıyor çok sıfırlı adisyonların yiyicilerinden. Ve düşünüyor: Ya tükenirse bu incirin soyu bu topraklardan? Büyük insan suyun soğuğunu değil, sahilin kamuya açık olup olmadığını umursuyor. Onun girdiği deniz onun, onun baktığı gök onun, onun kökü kendine yurt bellediği yerde, milim oynamıyor yerinden. Satın alabilmekle ilgilenmiyor büyük insan, satın alınamamak onun meziyeti. 

Büyük insan olmak öyle milyonda bir gelir biri de değil ki; bilgi, tecrübe, cesaret, geniş bir bakış açısı ve etik duvarlar. Bunları edinince olunuyordu bir zamanlar.

Küçük insanlarla nasıl baş edelim diye düşünürken, dilin güzelliği işte; emir kipiyle fiil: küçülme, türet: küçümse, vesaire...

Ve büyük bir cümle kuralım madem, sıfatıyla, fiiliyle: “Büyük insanı gözünde büyütme, insanın altını çizmek yeterince büyük bir hamle.

Öyle yangın yeri ki ortalık, küçük hamlelerle sönmüyor.

Biraz büyüklenelim diliyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa