21 Ağustos 2024 04:31

19 Ağustos 1839

Tarihin bilinen ilk fotoğrafı-1826 veya 1827- (Pencereden Le Gras'a bakış) Fotoğrafı çeken Nicéphore Niepce manzaranın fotoğraf levhası üzerinde belirmesi için 8 saat beklemişti

Tarihin bilinen ilk fotoğrafı-1826 veya 1827- (Pencereden Le Gras'a bakış) Fotoğrafı çeken Nicéphore Niepce manzaranın fotoğraf levhası üzerinde belirmesi için 8 saat beklemişti

Paylaş

Fransa Bilimler Akademisi 19 Ağustos 1839 taihinde  “Daguerreotype”yi, yani bugünkü adıyla “fotoğraf”ın icat edildiğini dünyaya duyuruyordu. Tam 185 yıl geçti. Günün mana ve önemine binaen bir hatırlatma yapmak istedim.

Fransa, İngiltere, Almanya ile Amerika’da hızla yayılan fotoğraf dünyayı sarıyordu. Londra Üniversitesi 1856 yılında fotoğraf eğitimini programları arasına alarak teknik ve sanat dünyasına akademik eğitimi sokmuş oluyordu. Hızla fotoğrafçılar yetişiyordu. Birçok ressam fotoğrafa yöneliyordu ya da resimlerini yapmak için fotoğraftan yararlanıyorlardı. Fotoğrafçılar yeni icattan çok para kazanma yollarını ararlarken herkes bundan yararlanmaya çalışıyordu. Günümüzde fotoğraf çeken herkes fotoğrafçı oldu. 185 yılda fotoğraf yapay zekaya dönüştü. Kısaca fotoğrafın icadı insanlık tarihinin önemli yapı taşlarından oldu.

Bir yandan bilimle iç içe olan fotoğraf aynı zamanda sanatın da ortasına yerleşmiştir. Birçok sanat dalı fotoğrafla ilişkilenmiştir. Özellikle çağdaş sanatlar fotoğrafla özdeşleşmiş durumdadır.

Bilimsel ve sanatsal alanlar fotoğrafla diyalektik bir bütünlük sağlamıştır. Fotoğraf bir yandan bilim ve sanatı geliştirirken, bilim ve sanat da fotoğrafı geliştirmektedir. Sonuçta fotoğraf insanlığın gelişiminde önemli bir yere sahiptir.

Bilimin ve sanatın, son tahlilde her zaman sınıfsal bir niteliği vardır.

Bilim ve sanat insanları insanlığa hizmet amacıyla üretirler ve paylaşırlar. Ne yazık ki bu sonuçlar aynı zamanda topluma karşı kullanılan silahlar da olabiliyor. Atomun bulunuşu tıbbi amaçlar dışında bomba olarak savaş nesnelerine dönüşüyor. Medyada kullanılan fotoğraflar dezenformasyon üretiminin bir parçası yapılıyor. O zaman bilim ve sanat kime veya kimlere hizmet ediyor? diye sorgulamak gerekiyor. Bu noktada ideoloji ve siyaset, bilim ve sanatla birlikte ele alınma zorunluluğunu doğuruyor.

Bilim ve sanat kavramlarından (terminolojik açıdan), ne anladığımızın da açıklanması gerekiyor. Bilim ve sanat insanlığa hizmet eder. İnsanlığa karşı kullanıldığında da başta bilim ve sanat insanları olmak üzere toplumsal muhalefetin mücadele etmesi gerekiyor. Bu anlamda Bilim ve sanatın birlikte ele alınacağı birçok ilişki birbiriyle bağıntılıdır. Bilim, sanat ve ideoloji-bilim, sanat ve felsefe-bilim, sanat ve ahlak… Ve Karl Marx bu durumu çok güzel özetliyor; “Görünenler gerçek olsaydı, bilime gerek kalmazdı.”

Anlamak ve sorgulamak her bilim ve sanat insanının sorunudur. Kısaca, sınıflı toplumlar olduğu sürece, bilim ve sanat sınıfsal bir içeriğe sahiptir. Bu sınıfsal bakış açısı kavramların literatüre göre değerlendirilmesi ve yorumlanması şeklinde hayat bulur. Bu da yöntem bilimsel bir çalışmanın sonucu olarak bizi yönlendirir. Sanatçıyı, nesnel dünyanın, öznel tasarımı sürecinde durduğu yer ve hayata bakışı yönlendirir. Bu da tarafsız sanat eseri yaratılamayacağına işaret eder. Genellikle güzelin bilimi olarak sunulan estetik, Gerçekliğin sanatsal özümsenmesinin bilimidir. Estetik duygular, insanın estetik yeti ve gereksinmeleri, nesnel dünya ile olaylar üstüne yapılan değerlendirmeler pratik içinde oluşur.

Bilimin ve sanatın, son tahlilde her zaman sınıfsal bir niteliği vardır, ama bu nitelik toplumsal çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde daha bir netlik kazanır. Bu yüzden yaşadığımız dönemde ideolojik savaşımın büyük bir yoğunluk kazanması doğaldır.

Sanatın ideolojik yapısını ve bir aydın olma bilincini özetleyen şu notu hatırlatalım:

Louis Aragon’a sormuşlar; “Nesiniz siz, yazar mı, yoksa komünist mi?”

Aragon, “…Her şeyden önce bir yazarım ben. Onun için de komünistim.”

Son söz olarak belgesel fotoğraf tarihinin önemli ustalarından Jacop Riis’in sözleriyle bitirmek istiyorum;

“Çaresiz kaldığım zamanlarda gider, bir taş ustası bulur, onu seyrederim. Adam belki yüz kez vurur taşa. Ama değil kırmak, küçücük bir çatlak bile oluşturmaz. Sonra birden, yüz birincide taş ikiye ayrılıverir. İste o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir.”

Son vuruşun getireceği o güzel günlerin öncelinde taşa bir darbe vurma zamanıdır derken, biliyoruz ki işçi sınıfının yanında değil, içinde olan aydın ve sanatçılar yolumuzu aydınlatıyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa