01 Eylül 2024 04:31

Artan savaş tehdidi ve Türkiye’nin rolü

Askeri kamuflajla Tayyip Erdoğan

Fotoğraf: AA

PAZAR
Paylaş

Bu yıl Dünya Barış Günü’nü 3. dünya savaşı tartışmaları eşliğinde karşılıyoruz. Bu tartışmanın temelinde bugüne kadar ‘vekaletçi güçler’ üzerinden sürdürülen emperyalistler ve bölgesel iş birlikçileri arasındaki paylaşım mücadelesinin giderek bu güçlerin doğrudan karşı karşıya gelebileceği bir noktaya doğru evrilmesi gerçeği yer alıyor. Önce Ukrayna savaşında NATO’nun Rusya ile çatışma riski yaratan hamleleri ve ardından da Gazze’de katliam ve işgalini sürdüren İsrail’in İran’ı savaşın içine çekmeye ve savaşı bütün bölgeye yaymaya yönelik saldırıları, 3. dünya savaşı tartışmasının yüksek sesle yapılmasına yol açıyor. Üstelik Ukrayna ve Ortadoğu’daki savaşlar sadece birbirlerine etki etmekle de kalmıyor; Doğu Akdeniz’den Kafkasya’ya, Doğu Avrupa’dan Balkanlar ve Karadeniz’e kadar egemenlik mücadelesinin devam ettiği diğer alanlarla da yakın ilişki içinde bulunuyor ve buralardaki gerilim ve çatışmaları tetikleme potansiyeli taşıyor.

Türkiye, jeopolitik konumu bakımından savaş ve çatışmaların yaşandığı, egemenlik mücadelesinin giderek kızıştığı bu bölgelerle yakın bir ilişki içinde olmasıyla dikkat çekiyor. Türkiye’nin bu bölgelerdeki egemenlik mücadelesinin seyrine etki edebilecek ve bu mücadelelerden etkilenebilecek bir konumda olması, iktidarın dış politikadaki öncelik ve yönelimlerinin ne olduğu ya da olması gerektiği sorusunu önemli hale getiriyor.

İşte Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Emre Taner’in 2007’de MİT’in 80. kuruluş yıl dönümü dolayısıyla yaptığı açıklamalar, hem Türkiye’de devlet ve iktidarın yeni dönemde dış politikadaki yönelimlerinin (bölgesindeki gelişmeler karşısındaki öncelik ve hedefleri) ve hem de bu süreçte MİT’in üstlendiği rolün anlaşılması bakımından oldukça önemli veriler sunuyordu. Taner, açıklamalarında “21. yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir belirsizlikler dönemine girildiği” ve “Bu dönemin yarattığı fırsatlar ve tehditlere doğru araçlarla yanıt verilmesi gerektiği” tespitini yaptıktan sonra “Türkiye’nin gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle-gör-tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip olmadığını” söylüyordu.

‘Proaktif’ (ön alıcı) olarak da tanımlanan bu politik yönelime göre, Türkiye bölgesindeki (Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Karadeniz ve Kafkasya) gelişmeleri izleyip ‘savunmacı’ bir pozisyonda kalmak yerine avantajlar elde etmek için müdahaleci bir politika ortaya koymalıydı. Bu politikanın arka planında iktidarın kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin bölgede emperyalistler ve iş birlikçi gericilikler arasında devam eden egemenlik/paylaşım mücadelesinden daha fazla pay kapması hedefi, başka bir deyişle yayılmacı emelleri bulunuyordu.

Bu müdahaleci politika, AKP-Erdoğan iktidarı tarafından aynı zamanda üç kıtada hüküm süren Osmanlı’nın mirasçısı olma (yeni Osmanlıcılık) iddiasına da dayandırılıyordu. Bu dönemde iktidarın müdahaleci-savaşçı politikalarıyla da bağlantılı olarak Türk askeri sınai kompleksi de hızlı bir gelişim gösteriyordu. Bu arada Libya’ya gönderdiği binlerce cihatçı militanın BM raporlarına girmesiyle son günlerde tekrar tartışma konusu haline gelen SADAT’ın ‘özel bir savaş örgütü’ olarak yine bu müdahale politikası bağlamında devletin resmi olarak yapamayacağı “işleri” yapmak üzere kurdurulduğunu da not etmek gerekiyor.

ABD’nin Irak müdahalesi sonrasında (2003) Irak’ta oluşan politik dengelere Türk burjuvazisinin Musul-Kerkük hayali üzerinden taraf olunmasından bölgesel liderlik hevesi ile Suriye savaşının öncülüğüne soyunmasına, Libya iç savaşına MİT, SADAT ve cihatçı militanlarla müdahaleden Dağlık Karabağ savaşında Ermenistan’a karşı Azerbaycan’a silah ve militan desteğine kadar son 10-15 yılda AKP-Erdoğan iktidarının attığı bütün adımları bu politik yönelim ve peşinde koşulan yayılmacı emeller üzerinden okumak doğru olacaktır. Bunlara SADAT’ın yine ‘paralı asker’ gönderdiği iddialarının yer aldığı Nijer, Türk askerinin görev süresinin 2 yıl uzatıldığı Somali gibi Afrika ülkelerinde askeri üs arayışları ve artan ekonomik ilişkileri de eklemek gerekiyor. Ayrıca iktidarın ısrarla sürdürdüğü Kürt sorununu savaş ve şiddet yöntemleriyle “çözme” politikası da bu dönem boyunca Suriye ve Irak’ta yapılan operasyonlar üzerinden hem yayılmacı emellerin ve hem de iç politikayı dizayn etmenin (muhalefeti etkisizleştirmenin) en önemli dayanaklarından biri olarak kullanıldı.

Öte yandan şubat 2022’den beri devam eden Ukrayna savaşı ve 10 ayını geride bırakan İsrail’in Gazze’deki saldırı ve işgali karşısında sergilediği tutum, Türkiye’deki iktidarın ABD-NATO’yla bağımlılık ilişkilerinin ve bölgedeki yayılmacı emelleri ile bu amaçla yaptığı müdahalelerin sınırlarının anlaşılması bakımından açıklayıcı olmuştur. Erdoğan iktidarı, Ukrayna savaşı sürecinde Ukrayna’ya silah yardımı ve NATO’nun genişletilmesi politikasına bağlı kalmış ve bütün aksi söylemlerine rağmen İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü savaşta da ABD-NATO’nun çizdiği sınırların ötesine geçmemiştir- ki, ABD tarafından desteklenen İsrail saldırganlığının bölgesel bir savaşa yol açıp açmayacağı tartışması sürerken Doğu Akdeniz’de ABD ile ortak tatbikat yaparak tarafını göstermiştir.

Sonuç olarak, bugün ne silahlanma ‘güvenlik’ ve ne de yapılan müdahaleler ‘milli çıkarlar’ içindir. Aksine Türkiye’deki iktidar kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin çıkarları temelinde ülkeyi enerji kaynaklarından madenlere ve ticaret yollarına kadar emperyalistler ve iş birlikçi gericilikler arasında devam eden paylaşım savaşlarının içine sürüklüyor. Bu nedenle işçi sınıfı ve halkların çıkarı, ABD-NATO’ya bağımlılık ilişkilerine ve iktidarın yayılmacı emellerine karşı ülkede bağımsızlık ve demokrasinin bölgede ise, barışın savunulmasından geçiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa