14 Eylül 2024 04:51

Türk-İslam tahakkümünün ve Netanyahu terörünün ortak kökenleri

Benyamin Netanyahu ve Kenan Evren

Fotoğraflar: Benyamin Netanyahu (solda), İsrail Başbakanlık Ofisi |  Kenan Evren (sağda), TRT

Paylaş

Sağcılığın hakimiyetinin sandıktan kaynaklanan doğal bir sonuç olduğu hem Türkçüler hem İslamcılar hem de ana akım siyaset bilimciler tarafından sıkça dillendirilir. Oysa bu hakimiyetin kökeni, 1970’lerin sonunda Amerikan patentli silahlarla akıtılan kandadır. Ondan sonra da, Amerika Birleşik Devletleri tarafından donatılmış ve eğitilmiş bir ordunun, Türk-İslamcı milislerin ideolojisini işkence, tehdit, sürgün, hile, propaganda, yeni bir eğitim sistemi, kadrolaşma, ve idamla tüm halka dayatmasında…

“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” sloganıyla özetlenen bu ideolojinin iyice doğallaşması elbette çok uzun süren bir kurumsal-kültürel mücadelenin de sonucu. Ancak 1970’lerin sonunda dökülen kan ve 1980’lerdeki “temizlik” yapılmasaydı, bu mücadele kesinlikle başarısızlığa uğrardı.

Belki yeterince anlaşılmayan, bu kötülüğün basit bir “Kenan Evren,” “ülkücü,” “ceberut devlet geleneği,” “askeri vesayet,” hatta “Amerikan” kötülüğü olmadığı. Dünya sisteminin mantığından kaynaklandığı.

Ülkücü terör ve 12 Eylül, kısmen Türkiye’ye özgü koşullardan kaynaklanmayla birlikte, ABD’nin Soğuk Savaş’ın başlarından beri uyguladığı bir yöntemin sonucuydu asıl olarak. Uzun bir zincirde bir halkaydı.

ABD 1950’lerde Endonezya’da “yerli ve milli” generalleri ve milisleri devreye sokarak, Rus ve Çin komünist partilerinden sonra dünyanın en büyük komünist partisi olan Endonezya Komünist Partisini kan dökerek ortadan kaldırdı. Bir milyon kişi hayatını kaybetti. Benzer güçler Latin Amerika’da on yıllarca sayısız askeri darbe gerçekleştirdi, yüz binlerce insanı katletti. Yeşil Kuşak politikalarının önemli bir boyutu, İslam dünyasının dört bir yanında en gerici kuvvetlerin silahlandırılmasıydı.

Bu zincir, Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla gereksiz kılındı gibi gözükse de, muhaliflerin Amerikan teçhizatı ve yönlendirmesi ile yok edilmesi tam hız sürüyor.

2001’den itibaren ABD, kendi silahlandırdığı milisleri bastırmak ya da yola getirmek iddiasıyla bir yığın işgal gerçekleştirip, başta Afganistan ve Irak olmak üzere bir dizi ülkede milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Bu ülkelerdeki siyaseti kontrol edemese bile, arenayı dini ve etnik çizgilere hapsederek, özgürlükçü toplumsal hareketlerin yeşermesini ya da kurumları etkilemesini engelledi.

Amerikan politikalarındaki en yüz kızartıcı devamlılık, Netanyahu’ya verilen destek.

Hatırlamakta fayda var. Netanyahu herhangi bir siyonist değil. Geçmişte zaten aşırı sağda yer almış, son yıllarda da koalisyonundaki faşistlerin etkisiyle daha da sağa kaymış bir fanatik. Amerikan liberal basını Netanyahu ve partisi Likud’u 7 Ekim öncesinde tam da bu kelimelerle tasvir ederken, o saldırıdan sonra tonunu neredeyse tamamen değiştirdi. “Bir zamanlar aşırı sağcı diktatör dediğimiz birine, bir etnik temizlik kampanyasının ortasında silah sağlıyorsak, bu bizim hakkımızda ne söylüyor” sorusu dillendirilmiyor. Koşulsuz destek sürüyor. Bu destek sayesinde Netanyahu sadece Filistinlileri katletmiyor, liberal siyonistleri bile baskı altında tutuyor.

Türkiye’ye dair (liberal-muhafazakar analizlere ek olarak) birçok derinlikli ve görece “dengeli” tahlile de yer veren liberal Amerikan basınının, 12 Eylül ertesinde generallere tam destek verdiğini belirtmek lazım. İşin içinde silah, ordu, ve istihbarat olunca, Amerikan ana akımı tek çizgide birleşiyor. İsrail bahsinde de böyle, Türkiye bahsinde de.

Peki, tüm bu tablo net olarak Amerikan liderliğine dayanıyorsa, neden bu zincirin bir Amerikan kötülüğüne indirgenemeyeceğini söylüyorum?

Gayet vahşi yöntemlerle (örneğin yerlilerin yok edilmesi, yaygın kölelik, kölelik sonrasında sistematik linç) kurulan ABD’nin, hâlâ sürekli şiddet üreten bir ülke olduğu su götürmez. Okullardaki silahlı katliamları, giderek artan polis şiddetini, gündelik yaşamdaki suç tedirginliğini tüm dünya takip ediyor.

Ancak ABD’nin kendi içindeki şiddeti dünyaya “normal” bir şeymiş gibi yayması, sadece kendi ulusal dinamikleriyle açıklanamaz.

Dünya kapitalizminin böyle vahşi bir öndere ihtiyacı olmasa, tüm “medeni” ülkeler onun peşine takılmazdı. Aynen Netanyahu ve Likud örneğinde olduğu gibi, 12 Eylül’de de “özgür dünya” Amerika’nın ve Türk generallerinin arkasındaydı.

Dünya kapitalizmi ve emperyalizm, sık sık ezilen ulusların ve emekçilerin rızasına dayansa bile, onu ayakta tutan eninde sonunda şiddettir.

Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini kökten değiştiren kapitalist-emperyalist şiddetin en net cisimleşmesi ise ülkücü terör ve bazı ülkücüleri bir iki yıllığına hapsederken fikirlerini iktidara taşıyan 12 Eylül’dür.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa