16 Eylül 2024 05:14

Türkiye kapitalizminin ‘kriz’ine doğru

Fotoğraflar: AA, Düzenleme: Evrensel

Paylaş

KAPİTALİZM İÇERİSİNDE KRİZ

Krizler her zaman kapitalizme içkin olmakla birlikte sistemin mutlak çöküşü anlamına gelmez. Kapitalizmin yapısal krizlerinden bahsedebileceğimiz gibi, kapitalist sistem içerisindeki konjonktürel krizlerden de söz edebiliriz. Krizler, siyasal ve sosyal yıkıma yol açmalarının yanı sıra, restorasyonun ve büyümenin yapı taşlarına da dönüşebilir.

Aşırı tüketim, eksik tüketim, orantısızlık veya azalan kâr oranlarından kaynaklanan farklı kriz görünümleri karşısında sermayenin izlediği -birbiriyle ilişkili- başlıca iki yol vardır. Bunlardan biri finansal enstrüman çeşitliliğini artırma, şirketler üzerindeki kamu denetimini azaltma, mevcut ve potansiyel riskleri sosyalleştirme (Kısacası krizin faturasını emekçiye çıkarma) stratejileridir. Bir diğeri ise, emperyalist bloklar veya devletler arası savaşlar, düşük yoğunluklu iç savaşlar veya askeri darbeler yoluyla kapitalist merkezlerdeki çelişkileri başka coğrafyalara ihraç etme, yeni değerlenme ve kârlanma alanları yaratma, devlet biçimlerini dönüştürerek kaynaklara el koymadır.

Kapitalizm içerisindeki krizlerin sistem açısından “yenilenme” ve “tasfiye” özelliklerini taşıdığını söylemek mümkündür. Sermaye fraksiyonları yeniden yapılanırken -özellikle 1990’dan sonra gördüğümüz üzere- finansal sermayenin merkezileşmesi, yoğunlaşması ve finans dışı şirketlerde finansal sermayeye bağımlılık hız kazanır. Antonio Gramsci’nin “Eski dünya ölüyor ve yeni dünya doğmak için mücadele ediyor, şimdi canavarlar zamanı” sözü de bir kriz durumunu tarif eder. Krizler, “eski” ile “yeni”nin yer değiştirmesinde sermaye fraksiyonlarını, siyasi hareketleri ve temsilcilerini, iktisadi modelleri bir araya getiren katalizör işlevi görür. Kaldıraç işlevi görecek “yeni” bir siyasal rejim veya birikim rejimi ortaya çıkabileceği gibi, fetret durumuna da yol açarak “canavar”ın çirkin yüzüyle karşı karşıya bırakabilir.

KRİZ MOMENTİNİN GÖSTERGELERİ

Türkiye kapitalizminin makroekonomik göstergeleri bir süredir sistem içerisinde büyüyen bir kriz durumuna işaret ediyor.

2018 yılında TÜSİAD’ın Eski Başkanı Erol Bilecik’in “Sanayi 4.0 olmazsa dolar 4 olur” eleştirisini takiben, orta-yüksek ve yüksek teknolojili üretim yapan büyük sermayenin, iktidarın uyguladığı büyüme modellerine karşı hoşnutsuzluğu biliniyor. TÜSİAD’ın geleceği inşa raporundan yeşil mutabakat döngüsel eylem planı ve ikiz dönüşüm çalışmalarına uzanan bir hatta, Batı kapitalizmiyle daha fazla entegrasyon sağlama çabalarına devlet katında itibar gösterilmemesi, “kriz” nedenlerinden birisi olarak kabul ediliyor. TÜSİAD Başkanı Orhan Turan, Türkiye’de dijital dönüşümün yaratabileceği ekonomik katkının 2030 yılına kadar 270 milyar dolar olduğunu belirtmişti.

Büyük sermaye için AKP’nin tamamen dış pazara odaklı düşük ve orta-düşük teknolojili yığınsal meta üretimi stratejisi ekonominin ayak bağıdır. Marksist terimlerle ifade edersek, son orta vadeli programda (OVP) yer alan ortalama yüzde 4.5’lik büyüme hedefi gerçekçi değildir, çünkü aşırı üretim, şirketlerin vizyon ve misyonlarıyla değil, özgül olarak sermaye birikiminin genel yasasıyla belirlenir. Üretici güçlerin sınırları kadar üretmek, başka bir deyişle, belirli bir sermayeyle maksimum miktarda emeği kullanmak, gelirin sürekli sermayeye çevrilmesi, birikimin sürekli genişletilmesi yoluyla meydana getirilir. Büyük sermayenin temsilcilerine göre bu koşullar olmadan devletin teşviklerle ve rantiyer ilişkilerle “zombi şirketlere” daha çok kaynak ayırması, üretkenliği sınırlayan ve katma değerli yatırımları engelleyen bir unsurdur.

İş gücünü insanlık dışı koşullarda çalıştıran düşük ve orta-düşük teknolojili üretim yapan ihracat modeli limitlerine dayanmış vaziyette. 2023 yılındaki 255 milyarlık dolarlık ihracatta yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ürünleri ihracatı içindeki payı yüzde 4.6’da kalırken, düşük ve orta-düşük ürünlerin payı yüzde 58 oldu.

Alt işverenlik ilişkileriyle birbirine bağlı olan ve ihracatçı yapının büyük bir bölümünü oluşturan KOBİ’ler açısından da durum kötü. TÜİK’in yıllık sanayi ve hizmet istatistik­lerine göre, çalışan sayısı 1 ila 249 olan KOBİ sayısı 2023 yılında 61 bin 378 düşüşle 3 milyon 717 bin 645’e geriledi. İmalat sanayisindeki KOBİ’ler teknoloji düzeylerine göre sınıflandırıldığında, mikro ölçekli girişimlerin yüzde 57.5’i düşük teknoloji sınıfında üretim yaparken, yüzde 31.8’i orta-düşük teknoloji, yüzde 10.1’i orta-yüksek teknoloji ve yüzde 0.6’sı yüksek teknoloji sınıfında üretim yapmıştır.

İmalat sanayisinde genel bir krizden bahsetmek mümkün. Sanayi üretimi yıllık bazda yüzde 3.9 azaldı. Merkez Bankasının 1763 imalat sanayisi şirketiyle yaptığı “iktisadi yö­nelim anketi”ne göre mevsimsel etkilerden arındırıl­mış kapasite kullanım oranı, önce­ki aya göre 0.2 puan daha düşerek yüzde 75.7’ye geriledi. Ankete katılan şirketlerden, son üç ayda iç piyasadan sipariş miktarı artanların oranı yüzde 19, düşenlerinki yüzde 24.7; ihracat siparişleri artanların oranı yüzde 17.2, düşenlerinki yüzde 21.2 oldu.

İSO 500’de vergi öncesi dönem kâr ve zarar büyüklüğüne göre 2022 yılında kâr eden kuruluş sayısı 442 iken, 2023 yılında 404’e indi. 2018 sonrasındaki en yüksek değer olarak dikkat çeken zarar eden kuruluş sayısı 58’den 96’ya yükseldi.

Teşvik Uygulama ve Yabancı Serma­ye Genel Müdürlüğü verilerine göre teşvik belgeli yatırım tutarı geçen yılın ilk yarısına göre yüzde 33.72 azalırken, düzenlenen belge sayısı yüzde 28.02 azaldı. Teşvik belgesi sayısı 2024’ün ilk yarısında yüzde 30.6’lık bir düşüşle 5 bin 634’e geriledi. “Komple yeni yatırım” olarak adlandırılan teşviklerin geçen yılın ilk yarısındaki payı yüzde 69.8 iken, bu yılın aynı dö­neminde yüzde 63’e geriledi.

Yılın ikinci çeyrek istihdam değişim oranları da sanayinin krizine işaret ediyor. 2023 yılının aynı dönemiyle karşılaştırıldığında istihdamda en büyük pay hizmetler sektörünün olurken, sanayi sektöründe istihdam eksilere düştü.

OVP NE DİYOR?

OVP’deki büyüme, enflasyon ve kur hedefleri masallarını bir kenara bırakınca geriye sistem içerisindeki krizin temel göstergelerinden birisi kalıyor. Sanayi sektörünün GSYH’ye katkısı yılın ikinci yarısında buharlaşmış durumda. Sanayi sektörünün katma değeri yüzde 1.8 oranında küçülerek büyümeye yüzde 0.4 puanla negatif etkide bulunurken, hizmetler sektörünün katma değeri yüzde 2.5 oranında artarak büyümeye 1.6 puan katkı sundu.

OVP’nin itiraf ettiği gerçek, Ernest Mandel’in Geç Kapitalizm’de tarif ettiği bir eğilimle örtüşüyor: Sermaye birikiminde tıkanma ve sermayenin büyük bölümünde değersizleşmeye (devalorizasyon) doğru süratli bir gidişat söz konusu. Finansal birikim araçlarını çeşitlendiren mali oligarşi ile farklı ülkelerde büyük ölçekli sabit sermaye yatırımları bulunan büyük burjuvazi, sermaye birikimindeki tıkanıklık karşısında bir şekilde pozisyon alabilirken, başta KOBİ’lerin önemli bir bölümü, sadece teşviklerle ayakta kalan emek yoğun sektörler ve zombi şirketlerin çoğu pazardan silinecektir. Geçtiğimiz hafta Reuters’in haberleştirdiği Türkiye’deki kapanan şirket istatistiklerini sadece iflaslar olarak değil, ekonominin yapılanması, büyük sermayenin tekelleşme sürecinin parçası olarak okumak gerekiyor. Orta ve küçük ölçekli şirketler iflas ettikçe veya satın-alma yoluyla pazardan silindikçe büyük sermayenin hakimiyet alanı genişliyor.

Krizin niteliğine dair bir sorgulama yapabiliriz. Birikim rejimi krizi, arz ile talep arasındaki dengesizlikten kaynaklanan devresel dalgalanmalardan farklı olarak, tüm toplumsal formasyonu etkileyen, tarihsel blokun organik dağılımını yapılandıran bir kriz türüdür. Sermaye ilişkisi, artık-değer üretimi ve artık-değere el konması kadar artık-değerin paylaşım süreçlerini de içeren genel bir toplumsal üretim ilişkisi olduğundan, birikim rejimi krizinde bu ilişkinin kesintiye uğraması sistemi ve kurumları felç eder.

Şu an itibarıyla Türkiye’de birikim rejimi krizi olduğunu söylemek güçtür. Göstergeler, büyük sermayenin şikayetçi olduğu ve sanayi sektörünün içerisinde bulunduğu kapitalizm içerisindeki bir konjonktürel krizden geçtiğimizi gösteriyor. OVP ise bu konuda bir şey söylemiyor.

KRİZE DOĞRU AMA NEREYE

Lenin’in devlet iktidarı ile devlet aygıtı arasında yaptığı ayrımı hatırlamak gerekiyor. Devlet aygıtı, devletin morfolojik özelliklerini tanımlar: Devletin teknik, ekonomik, dar anlamda politik ve ideolojik işlevleri ile devlet personeli, devlet yönetimi ve bürokrasi. Devlet iktidarı ise, iktidarı elinde tutan toplumsal sınıf ya da sınıf fraksiyonunu belirtir.

Yüksek teknolojili üretim yapan büyük burjuvazinin öncelikli talebi ‘geleceği inşa raporu’nda başlıkları belirlenen devlet projesinin hayata geçirilmesi için “yapısal reformlar”dır. Ancak bu reformlar sadece ekonomik alandaki düzenlemelerden ibaret değildir, devlet iktidarının yeniden inşasını da kapsar. “Egemen sınıf” olmak dışında “yönetici sınıf” olarak tüm karar alma süreçlerine aktif katılım gereklidir. Bülent Eczacıbaşı’nın geçtiğimiz günlerde “Devlet Planlama Teşkilatı yeniden açılmalı” şeklindeki demecinin arkasında yatan gerekçe de bu durumla bağlantılıdır. Büyük sermaye, gerek kalkınma planları, gerek OVP, gerekse teşvik sistemindeki politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında farklı sektörlerden çıkar grupları arasındaki asimetrik dengenin kendi lehine çevrilmesini istiyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa