21 Eylül 2024 04:10

Katlanmak ya da katlanmamak

Bir araya gelen eller

Fotoğraf: Freepik

Paylaş

Katlanmak fiili ne garip, üzerine düşünürken peş peşe söyleyince iyice yitirdi anlamını. 

Bir manası katlama işi yapmak diğer manası tahammül etmek, dayanmak. Uzun süredir bu hayatı yaşamak yerine katlanıyoruz, tahammül ediyoruz. Bunu yaparken de adeta ikiye katlanıyoruz.

Kambur gibiyiz, dimdik yürüyecek moral yok, dik oturacak omurga hasarlı, elde de telefon var başlar öne eğik.

Sokaktan kahkaha sesi duymayalı bilmiyorum ne kadar zaman geçti.

Dünya bize bir haller etti, devran bizi sarstı biz de az değildik, birbirimize çok yüklendik.

Mutlu olana embesil muamelesi yapmaya başladığımızda ortalık bu kadar çorak değildi. “Mutluluk paylaşıldıkça çoğalır” klişesini yaktık. Mutluluğu paylaşanı en kısa sürede pişman etme yarışmasında herkesin çok kez birinciliği oldu.

Normal bir yaşama dair pek çok şey; ekonomi, baskı, toplumsal travmalar vs. ile unutturulunca hakkımızı lüks belledik, elde edene kin besledik.

Düşünsenize, emeklilik hakları yasa ile ellerinden alınmış EYT’lileri bile ekonomiye yük olmakla suçlayacak kadar kaydı şiraze.

Greve giden işçinin taleplerini gören beyaz yakanın, işçiye bunu çok gördüğü oldu. Halbuki kazanan direnişin feyz olması gerekirdi, sosyal bilimler uyarınca.

Birbirimizin fikirlerini ve cümlelerini hakir gördük. Herkes kendini hep en doğru şekilde ifade etsin diye bekledik. Mükemmel olmayana hiç tahammül etmedik. Hem de bir yandan fikir hürriyeti, susma mecburiyeti, söyleme zorunluluğu tartışırken.

Bitki örtümüzün makilerini kendi ellerimizle söktük belki de böyle böyle. Şimdi çopçorağız. 

Rant, ikiyüzlülük, hukuksuzluk, cezasızlık ve hatta affınıza mağruren yavşaklık hep kazanırken, dik ve onurlu durmaya çalıştıkça alanımızın kısıtlanması, yoksullaşmak, yoksunlaşmak, sonunda maruz kaldığımız “enayi” muamelesini içselleştirmemize neden oldu sanki. Enayi değildik ama itiraf edemesek de maddi, manevi ve hatta fiziken kaybedendik.

İçimizdeki en direngen hisler, en iyi meziyetlerimiz neyse ona tutunduk ve “yaşam sevinci” bunlardan biri değildi genelde.

Neyine sevineceksin hayat bu mu?

Geçen gün, cep telefonumdan YouTube açmış haberleri dinliyordum. Bir yandan da çamaşır katlıyorum. İsrail çağrı cihazlarını patlatmış, telsizleri de. Ölen ve yaralananlar Hizbullah’tan. E İsrail de işgalci ve katil. Hiçbir tarafa asla empati yapamıyorum ama dehşet içindeyim de. Narin haberlerine geçiliyor, fonda müzik vs. var, ne büyük utanç insanlara empati yaptırmakla gözyaşlarından nemalanmak arasındaki fark. Geçtik oradan diğer tecavüz ve ölüm haberlerine, bir güne mi sığdı bunca hayatın kararması, akıl almıyor tamam çok kalabalık bir ülkeyiz ama bu oran korkunç, gözlerimi yine kırpmadan dalmışım uzaklara. Ve çorapları çiftlemeye çalışıyorum tanesi olmuş en az 30 lira diye. Bir anda kaldım öylece. Normal mi bu dedim kendime, şu an çamaşır katlıyor olmam yani? Bu dünya, mis gibi yumuşatıcı kokan, birbiri ile aynı renk ve desende çift çorap için bile çok kirli geldi gözüme. 

O an fark ettim böyle diye diye feragat ettiğim şeyleri, demek sıra çift çoraba kadar geldi. Demek artık çorap bile çiftleyemeyecek kadar yorgun ve yılgındım.

Böyle böyle kalabalık sofralardan, huzurlu tatillerden, neşeli sohbetlerden, yeni bir hırkaya heyecanlanabilmekten feragat etmiştim. Ayıptı, lüzumsuz ve lükstü. Dünya yangın yeriyken ben ruhsuz, empatisiz bir hıyar gibi hayatıma devam mı edecektim? 

Yıkılmadım, ayaktayım pankartı bellemiştim kırmızı rujumu ve ojemi. Bir nevi savaş boyası gibi hissettiriyordu bana evden çıkarken: Seni yeneceğim ey rezil devran! Şimdi boyalı gezmemden büyük rahatsızlık duyduğunu hissediyorum bazı insanların, yüzüme söyleyen de var. Onların çiftlenmiş çorabı belki de benim makyajım. Ben de uzun yıllardır temizliği kendim yaptığımdan, temizlikçi yevmiyesi eleştireni kınıyorum aynı şekilde uzaktan. Ağır işçilik o iş, beğenmiyorsan kendin yap, daha kaç para olacaktı ki? Oysa çalışan insanın hakkı ev temizliğine destek alabilmek, o para da temizleyenin hakkı. Ama birbirimize düştük işte hakların lüks kalmasından, yokluktan.

Yemek fotoğrafı paylaşanı, “Fotoğrafını çekmeyeceksin deseler o yemeği yemezdin” diye eleştirirdik. Algoritmadan mı bilmiyorum ama pek de yemek fotoğrafı düşmüyor önüme, ekseriyetle şok olunmuş fatura görselleri var. Paylaşanı da pişman ediyoruz zaten, laflarımız cepte hazır, süngüler elimizde “Hanım hanım kim bulmuş 1 kilo yağsız kuşbaşını, bu ne tarifi böyle, olan var olmayan var, hiç utanmanız da yok he?”

Tüm dünyadaki sosyal medya trendleri bize gelince elde patlıyor işte böyle. Yabancıların yemek videolarının altında Türkçe yorumlar var “Ulan adam peş peşe 15 paket açtı, izlerken bile kredi kartımın limiti doldu” diye.

Yemek zevkini kaybettik, istediğimizi pişirememeye katlanıyoruz işte. 

Katlanma işini iki ekol övdü. Sabır, tevekkül nasihat ederek İslam ve psikolojik yılmazlık üzerine çalışan akademi, iş dünyası vs.

“Yılmazlık, kendini toparlama ve iyileştirme gücüdür. Yılmazlık yaşanan zor durumlar karşısında yeniden ayağa kalkma yeteneğidir. Yılmazlık değişen durumlara karşı esneklik gösterebilme ve negatif duygulardan kurtulabilme yeteneğidir.” (Tugade vd., 2004: s.1169)

Oysa psikolojik yılmazlığın bir sınırı var, bir yerden sonrası artık güçlü kalınmaması, kendini iyileştirme kaygısından çıkıp koşulları değiştirmeye çalışmanın gerektiği yer.

Zaten bu kavrama bilimsel eleştiriler de bu noktada çıkıyor: Pozitif illüzyon yaratma tehlikesinden. Yılmazlığı yeni koşullara adapte olmak için değil, çok alanda daha iyi kavga vermek için kullanmalıydık, bireyselden kolektife taşıyabilmeliydik. Açıkçası o esneklik sandığımız şey bir illüzyon, milyonlarca insan yalnızca katlandıkları için dayanıklı görünüyor oysa çoktan yıldılar.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa