21 Eylül 2024 04:40

Cinayetin siyasallaştırılarak, perdelenmesi

Mahinur Özdemir Göktaş (orta) Yılmaz Tunç (solda)  Ali Yerlikaya (sağda) Narin Güran'ın mezarı başında

Fotoğraf: Bestami Bodruk/AA

Paylaş

Bir cinayete kurban giden 8 yaşındaki yavrunun cenaze namazını kıldıran imam iki cümlede iki anlamlı laf etti. Birinde, “Musalla taşının üzerinde vicdanımız yatıyor” dedi, ikincisinde ise “Allah’a nasıl hesap vereceğiz” dedi. Fakat gerici-dinci parti siyasilerinin kulakları tıkalı idi! Cinayetin siyaset bağlantısı, insanlar içindeki ahlak, vicdan algısı, toplumsal utanç, hatta Allah korkusunu dahi ortadan kaldırıyor. Bu insanların hepsi mutlaka çocukluklarında Kur’an kursuna gitmiş, hatta hatim indirmiş olabilirler. Durum ortada; siyasi çıkar ve feodal baskı her türlü iradenin üzerinde insanları denetim altına alabiliyor, vicdanları devreden çıkartıyor, ruhları karartıyor.

Bir türlü aydınlatılamayan cinayet, aynı zamanda, AKP’nin dincilik tellallığı ile çirkinleştirip derinleştirdiği siyaset çukurunda daha kim bilir neleri gizlediği kuşkusunu uyandırıyor. Eski milli savunma bakanının üstüne vazife olarak aldığı Allah korkusu telkininin siyaseten baskılanan cinayetin aydınlatılmadığı dönemde olması ya kasıtlıdır, ya da gündemi saptırmak işlevine sahiptir. Son cinayetle görülüyor ki,  bir masum çocuğun heba edilmesi, AKP’ye göre, siyasette kalmak adına her türlü ahlak, vicdan ve sıkça savundukları Allah korkusunun önündedir.   

Bazen düşünüyorum da, acaba siyaset mi insanları şaşırtıyor da ahlak ve vicdandan yoksun bırakıyor, yoksa şaşıranlar mı siyasete giriyor, bilemiyorum! İnsanlara din ve Allah korkusu hakkında talkın veren siyasiye mi hayret edesin, yoksa bildiklerini söylemekten çekinen dünyalığını kurmuş aşiret-siyaset bezirganının iğrenç davranışına mı şaşırasın!

İnsanlara Allah korkusu konusunda talkın vermeye yeltenen siyasiler, bizzat kendilerinin hiçbir kaçamağa ya da yalana mahal kalmadan tüm eylemlerinden sorumlusu olduklarının bilincine varsalar, balık baştan kokar misali, toplumda da işler biraz daha düzgün gider. İnsanın günlük yaşamında ve/veya siyasette ahlak anlayışının zayıflığı, kişisel denetim ve sorumluluktan vazgeçerek, kendilerine yönelik her şeyi mübah görme anlamına gelir. Bundan dolayıdır ki, ahlak konusu vicdan konusu ile el ele yürür. Kimsenin görmediği ve ulaşamadığı, hatta siyasetin zifiri karanlıklarında yapılan bir fiilin dahi, siyasilerin dillerinden düşürmediği Yüce Yaratıcı’nın bilgisi dahilinde olması demek, bu fiilin bizzat fiili işleyenin bilgisi ve sorumluluğu dahilinde olması demektir. Bundan dolayıdır ki, her olay, ne denli gizlilikte yapılırsa yapılsın yapanın vicdanını rahatsız eder, etmelidir de. Siyasiler de bu kuraldan münezzeh değildir! İşte laik ahlak budur: Hiç kimsenin göremediği, duyamayacağı bir fiili yapanın o fiilden sorumlu olduğunun bilincinde olmasıdır. Bu demektir ki, ahlak bilinci vicdan ile beslenir ve yükselir. Vicdanı olmayan bir insan yaptığı ahlaksızlığa her türlü kılıfı bulabilir. Akar, Allah korkusundan söz ederken acaba neden yakınındaki parlamenterin davranışına itiraz etmez ya da ufacık bir köyde işlenen cinayeti örtbas etmeye çalışan bir dinci partinin içinde yer almaktan gocunmaz?  

Toplumsal davranış kalıplarımızla ilgili bir örnek sunayım. Bir zamanlar Vergi Konseyi’nde görevli idim. Müşteriye satış fişi vermeyen esnafa kapatma cezası veriliyordu. Esnaf birliği bu cezanın kaldırılarak, paraya tahvil edilmesini talep ediyordu. O dönemde okuduğum bir makalede, İngiltere’de vergilerin etkin uygulanmasında, ‘para cezası’, ‘hapis’ ve ‘toplumsal baskı’ şıkları arasında en etkili olanın ‘toplumsal baskı’ olduğunu okumuştum. Bu görüşle, Komisyonda ben de Esnaf Birliğinin görüşüne karşı çıkmıştım. Zira kapatma cezasının vergi ziyaına yol açan mükellefi toplum faş ediyordu. Bunun üzerine maliye elemanlarından “Hocam, bizde bu kurallar ters çalışır, zira bir şekilde vergi ziyaı nedeniyle kapatma cezası alan mükellefe toplumun bakışı suçlayıcı ve ayıplayıcı değil, tam tersi, bravo, nasıl yapmış şeklinde olur” yanıtı geldi. Acaba insanlarda ahlak, vicdan ve Allah korkusu mu yok, yoksa sistem mi insanları usulsüz davranışlara itebilmektedir, diye düşünmemiz gerekmez mi? O zaman ahlak, vicdan ve Allah korkusundan uzak olan toplum mu, yoksa toplumu böylesi batak işlere sürükleyen siyasi yöneticiler midir?

Bu konuda her gün yüzlerce örneklerle karşılaşıyoruz. Örnek mi? Kamu personel sınavında fevkalade başarılı olanların mülakatta parti bağlantısı ya da görüşü nedeniyle başarısız gösterilip, daha düşük puan alanların gerisine itilerek ayıklanmasının, yani liyakatin sahte sadakat tercihinin toplumsal yönetim açısından vicdanla, ahlakla nasıl bir alakası olabilir ki? Daha da ileri gidelim, seçime gidilirken topluma kamu istihdamında mülakatın kaldırılacağı ve başarı puanının esas alınacağı sözü verilip, seçimden sonra eski tas eski hamam uygulamaya devam edilmesinin hangi ahlak anlayışı ve vicdan muhasebesi ile ilgisi kurulabilir ki!

Bu faslı kapatmadan, bir de Barış İmzacıları davasına göz atalım. Bu davada, toplumun vergileri ile çalışan savcıları ve yargıçları meşgul edip, bir kaç bin akademisyeni mesleki faaliyetinden yoksun bıraktıktan sonra, son aşamada davanın çoğunun Anayasa Mahkemesinde bir oy farkla(!) ifade özgürlüğüne dönüştürülme projesinde ahlak ve vicdan aranabilir mi? Milletin vergisinin böylesi harcanmasının nasıl bir ahlaki ve vicdani boyutu olabilir ki? Basın ve akademi üzerindeki anlamsız baskı ve yandaşlaştırmayı ahlaki açıdan nasıl açıklayacağız?

Peki, nasıl oluyor da siyasiler durmadan halka din telkini yapmakta, ahlakı konusunu din ve Allah korkusuna bağlamaktadır. Bu meseleyi tartışmaya geçmeden psikolojide çok ünlü olan bir yaklaşımdan söz edelim. O da şudur: Bir insan hangi alanı kendinde eksik hissediyorsa devamlı olarak o konudan dem vurur. Örneğin, saldırgan bir kişi saldırganlığın yanlış bir şey olduğu gibi örtülü savunmalarla içindeki patolojiyi baskılamaya çalışır. İşte ahlak ve beraberinde yürüyen vicdan meselesi de böyledir. Din ve dindarlığa sığınan siyasiler millete verdikleri demeçlerde aslında kendilerinin ne denli dindar, ahlaklı ve Allah korkusu taşıyan insanlar olduğu mesajını vererek, sahtece oy avcılığı yapmaktadırlar. Siyasiler böyle sahte davranışa bürüneceklerine, şu 8 yaşındaki kızın cinayetini perdelemeseler daha vicdanlı, daha ahlaklı ve topluma daha yararlı olurlar. AKP, olağan bir siyasi parti olmayıp, gerici-cemaatçi toplum yapısının siyasallaşmış görüntüsüdür. AKP’nin toplumu çağdaşlıktan ve bilimden geriye çekmesi nasıl bir ahlak ve vicdan anlayışıyla sindirilebiliyorsa, aynı mantıkla, toplumu dincilik ve gericilik dokusu ile güderek, liyakat yerine sadakati öne çıkarıp, iktidarını korumaya çalışması topluma tarihsel ihanettir.

Ahlak ve vicdan soyut ortamda gelişemez. Batı’nın daha ahlaklı görülmesi belki içinde bulundukları varsıllık ve sosyal koruma çemberinin de bir sonucudur. Türkiye’mize baktığımızda, burada hiç fazla lafa gerek yok, zira dinden dem vuran siyasiler ekonomiyi yandaş şirketlere ve emperyalistlere peşkeş çektikten sonra halkımızın durumu ortadadır ve bu durum topluma ahlak telkin eden siyasilerin de fevkalade bilgisi dahilindedir. Toplumsal yönetimin, başkanlığın korunabilmesi amacıyla yeteneksizliğe ve siyasi yandaşlığa dayandırıldığı toplum ahlaken çökmeye meyyaldir.

Cahilin cehaletinin boyutunu algılayamaması gibi, siyaset de kendisini düzeltemez, bu iş toplumda, toplumun en etkili kesimi olan emekçilerdedir. Emekçiler, içinde bulundukları ekonomik koşulların nasıl siyaset ve politikanın sonucu olduğunu derinden idrak edip, siyasi tercihlerini ona göre yapmalıdırlar.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa