28 Eylül 2024 05:58

Erdoğan’ın BM konuşması, sivil anayasa ve ‘bilinmeyen dil’!

Erdoğan BM genel kurulunda konuşuyor

Fotoğraf: AA

Paylaş

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulunda Netanyahu’yu Hitler’e benzetip Filistinlilerin meşru direnişini selamladığı konuşmasını yaparken Diyarbakır’da onlarca kişinin evleri basılıyordu. Evleri basılıp gözaltına alınan insanlar Kürtçe dil kurslarında eğitmenlik yaptıkları için “teröristlik” ile suçlanıyorlardı. Erdoğan, İsrail’in Filistinlilerin ulusal varlığı ve haklarına yönelik saldırganlığını eleştirirken uygulamaların dozajı döneme göre farklılık gösterse de aynı hak tanımaz politikayı Kürtlere karşı sürdürüyor. Bu nedenle Erdoğan ne zaman kendisini eleştirse Netanyahu da “Bana ahlak dersi verecek son kişi sensin” diyerek Filistinlilere karşı yaptıklarının benzerinin Erdoğan iktidarı tarafından Kürtlere karşı uygulandığını hatırlatıyor.

Belki bazı okurlar “Siz İsrail’in Filistinlilere karşı yaptığı katliam ve saldırılar ile bugün Kürtlere karşı yapılanları nasıl aynılaştırırsınız?​” diye itiraz edecektir. Elbette tarihsel gelişimleri, bölgedeki egemenlik/paylaşım mücadelesiyle ilişkileri ve dolayısıyla bu mücadelenin sonucu olarak karşı karşıya kaldıkları politik ve askeri yönelim bakımından her iki sorunun da özgünlükleri bulunuyor. Ancak bu özgünlükler, Filistinliler ve Kürtlerin maruz kaldıkları uygulamaların ulusal hak eşitliği ve kaderlerini tayin karşısında aynı hak tanımaz politikaya dayandığı gerçeğini de değiştirmiyor.

İsrail’in önümüzdeki günlerde (7 Ekim) birinci yılını dolduracak olan Gazze’ye yönelik saldırı, işgal ve soykırıma varan katliamları başlamadan birkaç gün önce Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Kürt özerk yönetiminin bulunduğu Rojava için “Artık bütün yer altı ve yer üstü tesisleri hedefimizdir” açıklamasını yaptığını; okul, hastane, su ve elektrik tesislerinin bombalandığını da unutmayalım. Bu politikanın tezahürlerinden biri de Afrin başta Kürt yerleşim yerlerinin cihatçı gruplarla birlikte işgal edilip onların yağmasına terk edilmesi ve binlerce Kürdün göçe zorlanmasıydı.

Dil, ulusal kimliğin en temel taşlarından biridir. Bir ulusun kimliğine saldırmak, onu yok etmeye çalışmak aslında toprağını işgal etmekten de daha ağır bir yaptırımdır. Diyarbakır’da Mezopotamya Dil ve Kültür Araştırma Derneği (MED-DER), Payîz Pirtûk kitabevi ile Anka Dil ve Sanat Eğitim Kooperatifine düzenlenen baskınlarda kitap, dergi ve dijital materyallere el konulması ve 30 kişinin buralarda eğitmenlik yaptıkları için gözaltına alınması, 21. yüzyılda Türkiye’deki iktidarın farklı ulusal dil ve kültürler karşısındaki tekçi, yasakçı ve asimilasyoncu karakterini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Aynı günlerde İçişleri Bakanlığının Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin 3-6 yaş arası çocuklara yönelik Kürtçe eğitim verecek olan Zarokistan Perperik Kreş ve Gündüz Bakım Evi için iki müfettiş görevlendirdiğini öğreniyoruz. Oysa Erdoğan, BM kürsüsünden İsrail’in en temel insan haklarını nasıl ihlal ettiğini anlatırken BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde de şunlar yazıyordu: “Yerli halkların var olduğu devletlerde (…) yerli halktan olan çocuk (…) kendi kültüründen yararlanma ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz.”

Ana dilin çocukların sosyal gelişimi bakımından taşıdığı önem nedeniyle birçok ülke, göçmen çocukları için çok dilli eğitime geçerken Türkiye’de milyonlarca Kürt için sadece ana dilinde eğitim değil, kamusal hizmetler de yasak. Dönemin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, geçen yıl ‘E Reçetem’e 5 yeni dilin eklenmesini bir müjde olarak vermişti. E Reçetem’e Türkçenin yanı sıra İngilizce, Almanca, Arapça, Fransızca ve Rusça eklenmişti ama Kürtçe yoktu. Özellikle kırsal bölgelerdeki kadınların ana dillerini konuşamadıkları için sağlık hakkına erişimde yaşadıkları sorunlara dair yüzlerce örnek olduğu halde Bakanlık Kürtlere sağlık hakkına erişim için Türkçe konuşma zorunluluğunu getiriyordu.

Evet, Kürtçe bu ülkede yabancı dil kadar bile olamıyordu. Çünkü Meclis tutanaklarında sıkça duyduğumuz gibi bu dil devlete göre ‘bilinmeyen bir dil’ olmaya devam ediyor.

Erdoğan her fırsatta ülkeyi “Darbe Anayasa’sı utancından kurtarmak”tan ve “Sivil bir anayasa yapmak”tan söz ediyor.

Peki, Kürtçeye “bilinmeyen bir dil” diyen bir Meclisin yapacağı anayasa, darbe Anayasa’sının askeri elbisesini çıkarıp ona sivil bir elbise giydirmenin ötesine gidebilir mi?

15 Temmuz 2016’daki darbe girişi sonrasında ilan edilen OHAL döneminde Kürt dili ve kültürüyle ilgili faaliyet gösteren kurumların hemen hepsi KHK ile kapatılıp mal varlıklarına el konulmuştu. Kürt siyasi geleneğini temsil eden belediyelere kayyımlar atanmış ve iktidar blokunun temsilcilerinden biri (Bahçeli) kayyım atanan belediyelerde bir daha seçim yapmaya bile gerek olmadığını söylemişti. Son günlerde Kürtçe üzerinde artan baskı ve yasaklar, o günden bugüne zihniyetin değişmediğini ancak müdahalenin yeri ve zamanının iktidarın politik çıkar ve hesapları tarafından belirlendiğini açık bir biçimde ortaya koyuyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın sözünü ettiği “sivil anayasa”, aslında 12 Eylül Darbesi Anayasa’sının yasakçı zihniyetinin bugünkü tek adam iktidarının ihtiyaçlarına göre yenilenmesi olarak anlam kazanıyor.

Uzun lafın kısası kendi halkına baskı ve zulüm uygulayan, dilleri yasaklayan bir iktidarın haksızlığa uğrayan başka halkların tutarlı bir savunucusu olması da beklenemez. Bu nedenle bu ülkede Filistin davasının en tutarlı savunucuları, Kürtlerin hak eşitliğini; Kürt sorununun demokratik çözümünü savunan emek ve demokrasi güçleri olmuştur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa