28 Eylül 2024 05:07

Boğaziçililer günü

Boğaziçi Üniversitesi

Fotoğraf: Wikimedia Commons CC-BY-2.5

Paylaş

Geçtiğimiz hafta ortasında Cemil Reşit Rey Konser Salonunda Boğaziçililer toplantısı tertiplendi. Hocaların, mezunların ve kimi davetlilerin de katıldığı toplantının anlamı, Boğaziçi Üniversitesi üzerinde, hükümetin atadığı rektörle kurmaya çalıştığı baskıyı protesto etmekti. Büyük ve coşkulu bir kalabalık oluşturan Boğaziçililer hem yaşanan sorunları hem de alınabilecek önlemleri gündeme getirdi. Toplantıya bir konuşma ile katılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu da gerek Boğaziçi Üniversitesinin gerek bizzat belediye yönetiminin maruz kaldığı sıkıntıları gündeme taşıyarak, yaşananların tepede başat genel yönetim anlayışından kaynaklandığını ve buna karşı demokratik mücadelenin kaçınılmaz olduğunu vurguladı.

Boğaziçi Üniversitesi, boğazın en hakim mevkisindeki ağzı sulandıran yerleşkesi, İstanbul sanayi çevresine eleman yetiştiren felsefesi, hoca ile talebeler arasında Türk eğitim anlayışına ters giden demokratik iletişim ve sair yönleriyle öteden beri AKP yönetiminin ilgisini çekiyordu. Nihayetinde rektör ataması vasıtasıyla okulun yapısının bozulmasına yönelindi. Bilindiği üzere, hocaların her hafta bir gün rektörlüğe sırtlarını dönerek başlattıkları ve sürdürdükleri protesto da ne atama sisteminde ne de iç yönetimde bir değişikliğe yol açabildi. Hocaların onurlu davranışının bir değişikliğe yol açması beklenemezdi de zira mesele daha baştan kesin karara bağlanmış ve hevesli taraftarını da bulmuş idi.

Gerek rektör atama, gerek iç yönetim felsefesi açılarından Boğaziçi Üniversitesi Türkiye genelinde aşırı bir istisna oluşturmamaktadır. Boğaziçi’nin farkı, söz konusu uygulamalara sokulan üniversitelerden farklı gelenekten geliyor olmasıdır. Bu farklılıktır ki hakim olma dürtüsü açısından siyasileri, direnme azmi açısından da Boğaziçililer tetiklemekte, uyanık tutmaktadır.

 Tüm dünyada olduğu gibi fakat daha ileri düzeyde Türkiye’de üniversiteler toplumun göz bebeği olarak korunması gerekirken, siyasilerin ise göze batan diken olarak hışma uğramaktadır. Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesinin yoğunlaştığı Özal döneminde üniversitelerin hizaya getirilmesi konusunda, aşağıdan demokratik yönetimin yukarıdan emredici-despotik yönetime geçilerek üniversiteyi sistemin üstyapısı haline getirmeyi hedefleyen Doğramacı kara devrimi siyasilerin eline büyük bir olanak sağladı. Ne var ki hemen her açılış döneminde bir siyasiyi davet eden üniversitenin kaplanla yatmanın ne demek olduğunu öngöremedi; zira üniversite siyasi erk ile hiçbir şekilde yanyana gelmemeliydi. Ne var ki böylesi el uzatış jesti olmasaydı da sistemin sürüklediği günümüzün karanlık ortamına varılacaktı.

 Üniversite, özellikleri itibarıyla klasik tanımıyla, bilimsel özgürlük havası içinde bilim insanlarının yeşerebilmesi için kurumsal özerkliği haiz kurumlardır. Üniversite kurumsal özerkliğe sahip olmalı fakat mali özerkliği haiz olamaz. Zira mali özerklik demek, KİT’ler gibi, hizmetini piyasada pazarlayıp, kendi bütçesini yapabilme özgürlüğü demektir. Bu durum, üniversiteyi toplumdaki ekonomik güç koşullarına göre şekillenmesini sağlayarak, olması gereken kamu hizmetinin niteliğini özel hizmet niteliğine dönüştürür. Bu nedenle üniversite kamusal finansmanla desteklenmeli ancak iç yönetimde özerk olmalıdır. Bu durum çelişki yaratır olmakla beraber, parlamentonun olabildiğince demokratik davranabileceği görüşü ile(!) yasal düzenlemelerle bu çelişki kısmen de olsa önlenebilir. Ne var ki kapitalist toplumlarda devlet yapılanmaları da kapitalist olacağından, söz konusu durum ancak görece sağlanabilir. Çünkü sorun sistemiktir; çözüm de ancak ehvenişer mesabesindedir!

Akademisyenin özgür olarak çalışabilmesi için kurumun özerk olması gerekir dedim. Peki, acaba sistemik bir kurum olarak bizatihi akademi bilim insanını özgür bırakabilecek kadar özerk midir? Hayır, değildir. Üniversite hocalarının yükseltilmeleri makale yayımlamaları koşuluna bağlı ise makalelerin yayın kurumu bulabilmesi ve akademi camiasında kabul görebilmesi belirli sınırlar içinde yapılıyorsa, bizatihi üniversite kendi iç otoriter sistemi ile kurumu, dolayısıyla sistemi korumaya çalışmaktadır, çünkü sistemin çok önemli bir aracıdır. Ve bu araç, Bourdieu’nun “sembolik şiddet” silahı ile hem kendisini hem de sistemi korumaktadır. Diğer bir deyişle, üniversitenin şekilsel özerkliği, bizatihi özde şiddetli baskıya dönüşür. Sistem-üniversite arasında, karşılıklı zorunlu çıkara dayalı, örtülü ilişkisi!

Hal böyle olunca, üniversite ne samimi-gerçek aydın barındırır ne de gerçekten toplumun yararına yönelik bilim üretebilir. “Yetmez ama evet” yoz aydınlarından başlayıp, günümüz krizini anlatmaya çalışan ekran yıldızları bu durumun açık örneği değil midir? ABD’nin ve dünyanın çeşitli yerlerindeki ünlü üniversiteler 2008 krizine giderken sessiz kaldıkları gibi, çıkış için de bir yol-yöntem önerememeleri bu durumun tipik yansımasıdır. Bugün Türkiye’mizin sürüklendiği ekonomik ve siyasi bunalım karşısında tüm üniversitelerin suskun kalması, sistemik üstyapı kurumu özelliğini aşan derin baskı ve köleleştirme sürecinin acı sonucudur. Çünkü medyayı para ile ele geçiren siyasi erk, akademiyi de maalesef, siyasi saiklerle bilimsel kapasitenin çok üzerinde çok sayıda üniversite açarak dokusal katliam yoluyla ele geçirmeye çalışmıştır. Öyle ki yandaş üniversite ve fidelik sisteminde hoca benzeri eleman yetiştirme yöntemi ile hem parlamentoyu yerel ve yeteneksiz üniversite mezunları ile doldurmaya çalışarak hem de köklü üniversiteleri boyun eğdirmeye çalışarak, ülke çapında temel despotik hakimiyetini sürdürmeye çalışmaktadır.

Ülke yönetimi, hukuk tanımaz despotik sisteme evrilirken, yeşermeye müsait demokratik ufak dokular, sistemin genel dokusunu bozabileceği için yaşatılmaz. Siyasi erkin, doğru ya da yanlış, böyle bir niyeti ve erki olabilir. Önemli olan bu niyeti erkin emre hazır kurşun askerlerinin toplumsal yapıda bulunması ve bu kurşun-asker tipolojisinin akademi içinde dahi barınabilmesidir. Hitler dönemi böylesi toplumsal patolojilerin incelenmesinde önemli ipuçları sağlamaktadır. Ne acıdır ki ünlü Alman felsefe geleneğinin bir faşiste eleman vermesi toplumsal patoloji açısından ibretle incelenmesi gereken bir konudur.

Toplum devinim, toplumsallık mücadele demek olduğundan, yaşamaya ve mücadeleye devam edeceğiz!      

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa