05 Ekim 2024 04:40

Ottolaşmak üzerine

The Man Called Otto filminden bir sahne

The Man Called Otto filminden bir sahne

Paylaş

Geçenlerde bir film izledim: The Man Called Otto.

Nedense Türkçeye “Hayata Röveşata Çeken Adam” diye çevrilmiş “Otto Denilen Adam” olan ismi.

Biraz “spoiler” olacak burası:

Otto, bizim kültürümüzde yazlık sitelerin emekli albayları diye tabir ettiğimiz, dayattığı kurallarla yaşadığı alanı geren bir karakter.

Patavatsız ve sert üslubu ile selam bile verilesi yok.

Emekli de edilince tamamen amaçsız kalıyor. Sert kurallarla örülmüş günlük rutini ve fazla yalın yaşamına, bir anda karşı binaya taşınan iki çocuklu, üçüncüsü yolda göçmen bir aile dalıyor.

İlkin nakliye aracının park edilme şekline bağırarak karşılıyor bu aileyi. Kızıyor, azarlıyor, “Bu iş böyle mi yapılır?” diyor.

Ve diğerleri aksine bu aileden “Doğru haklısın, yardımcı olduğun için teşekkür ederiz” yanıtını alıyor. Hatta teşekkür nişanesi bir kap da ev yemeği.

Otto ne kadar sert ve suratsız olsa da aile ondan yardım istemeyi hiç bırakmıyor, teşekkür etmeyi de.

Zamanla Otto’nun bu haline nasıl dönüştüğünü öğreniyoruz. Basit bir kurala uyulmaması sonucu hayatından kopup gidenleri peyderpey dinledikçe hayata ve kuralsızlıklara olan hıncını anlıyoruz.

Otto değil kötü olan, Otto’yu bu hale sokan düzen.

Bizim gibi.

Hepimiz haşiniz, empatiye yerimiz kalmadı. “Ben kendimi tutuyorsam o da tutacak” diyerek yaşıyoruz. Kendimizi de tutamıyoruz çoğu zaman.

Birbirimize bulaşmamak için yardım istemeyi bıraktık. Sürekli yaşanan hayal kırıklıkları, iktidardan yana gerçekleşmeyen beklentileri toplumdan da beklememeyi öğretti belki.

Bakıyorum; tek başımıza var olmamız pek mümkün görünmüyor. Dar günlerde bir kibrit çöpü gibi kırılıp gideriz. Bir arada durmak lazım.

Dinlemeyi unuttuk galiba en çok ya da güzelden ve iyiden yana konuşabilmeyi.

Yakınmak bir uyuşturucu gibi. Yan yana, karşı karşıya geldiğimizde seri yakınıyoruz.

İltifat, övgü ve espri yoksunu kaldık.

İnsan insanla konuştukça insanlığını hatırlıyor oysa.

Şahsen severim tanımadığım insanla spontane koşul içerisinde sohbeti. Buralardan çok hikaye çıkarırım kendime. Dile getirdiğimde inanmaz dinleyenler, hele sosyal medyaya yazmışsam “Yav he he kesin yaşanmıştır” derler.

Bu cümlenin ardında derin bir yalnızlık olduğuna inanırım. Konuşmayı, sormayı ve dinlemeyi deneyince, hepimizde onlarca hikaye saklı.

Bu yaz, toplu taşımaya elverişli olmayan bir yere yetişmeye çalışıyorum, taksi hem pahalı hem yok. Paylaşımlı araç uygulaması indirdim. Konum girdim. Bir araç atandı. Telefonum çaldı. Bir kadın sesi: “Hanımefendi, yedi dakika uzaklıktayım, geliyorum, lütfen başka araca binmeyin” dedi. Bekledim. Başörtülü, altmış yaşlarında bir kadın şoför geldi ekonomik sınıf bir araçla. Trafik felaketti. Hanımefendi birkaç yerde sinirlendi diğer araçlara. Öyle başladı sohbet, laf lafı açtı. 25 senelik bir evliliği bitirmiş. Üç çocuğun üçünü de yanına almış. Adam boşanmayı zora koşmuş. Dava tam sekiz sene sürmüş. Eski kocası fazlasıyla iyi geliri olan bir esnaf. Markasını söyledi, ben bile biliyorum. 25 senelik evlilik boyunca hiç tatile gitmemişler. Bir iki piknik, sahil kenarı. Onda da “Yemeği evde yap, termosa su-çay koy, oralarda bana para harcatma” dermiş.

Şimdilerde en sevdiğim şey eve yemek söylemek dedi. Ekonomi yüzünden elinden alınan şeylerden en çok buna öfkeliydi. “25 sene mutfaktan çıkmamışım, şuncacık zevkim var, yaşatmıyorlar” diyordu.

Boşanırken yalnızca düğününden kalan birkaç bileziği kalmış ona. Satıp, başkası üzerinden kredi çekip ikinci el araç alıp bu işe başlamış. Çok da seviyordu, özgür hissediyormuş, “Canının çektiği yere gidebilmek gibisi yok” diyordu. Çocuklardan konuşurken “Allah sağlık sıhhat versin de...” temennilerine bir de “Neler duyuyoruz, Allah muhafaza eş cinsel olanlar var” gibi bir cümle geçti. İrkildim ve öfkelendim. Ama bir hukukumuz vardı artık, sakin konuştum. “Bir rüya görmüştüm bir zamanlar, rüyamda uykudan uyandığımda penisimin çıktığını fark ediyordum. Dehşetle ağlayıp bağırıyordum. Utancımdan kimseye çaktırmadan, üzerime bol bir etek giyip doktora koşmuştum. Doktor bana ‘Önce terapi, sonra tedavi süreci, en yakın seneye kurtulursun’ dediğinde ölmek istemiştim. Rüyadan o hisle uyandım. O zaman anladım, olmayınca olmuyor. İnsanın yaradılışını, kime aşık olacağını, başkalarının ne düşündüğü değiştiremiyor. Benim çocuğum mutsuz olacağına ne isterse o olsun dilerim. Ben güçlüyüm, arkasında dururum. Aileden yana şanssız çocukların başına geleceğine, bizim başımıza gelsin gelecekse, siz de çok güçlü kadınsınız. Bence siz de çocuğunuzu üzmezdiniz, ezdirmezdiniz” dedim. “Ezdirmem” dedi. “Ben çok ezildim, evladımı hiç kimseye hiçbir sebeple ezdirmem.”

İki bekar anneydik, inanç anlamında zıttık ama ortak nokta arayınca bulunuyordu. Beni bıraktığında saat 20.00 olmuştu. “Benim ev de buralarda” dedi. “Siz o zaman artık eve mi geçeceksiniz?” dedim. “Yoo, gece bire kadar çalışırım. Hem para kazanmam lazım hem de eve istediğin saatte hesap vermeden girmenin tadına hâlâ doyamadım” dedi. Altmışlarında gece yarısı taksiye çıkan bir kadın...

“Beni çok şaşırttınız” dedim. “Siz de beni” dedi. “Bu eş cinsellik işini biraz anladım gibi.”

O zamanlar LGBTİ+ karşıtı yürüyüşe gitmeyi bile düşünmüş meğer. Neredeyse yetmiş dakikalık bir sohbetti. İkimizin de ön yargılarını yıktı geçti.

Ben inerken, öndeki iki araç birbirine camdan küfrediyordu. “Herkes gergin” dedim. “Herkes yalnız da ondan” dedi. Biz, sohbet derinleştiğinden beri trafiğe sövmüyorduk gerçekten.

Geçenlerde verimli bir tartışma da Beyoğlu’daki çiçekçiyle yaşandı. “Her yanımda gördüğün erkeğe gül uzatman beni ne duruma düşürüyor farkında mısın?” dedim. O da bana ekmek kapısı savıyla geldi. Biraz konuştuk. Üç-beş gün sonra rastlaştığımızda “Sen haklıydın ama beni de anladın değil mi?” dedi. Anladım. Param olursa kendi çiçeğimi kendim alacağım. O da ısrar etmeyecek. Bunda anlaştık.

Bu yazıya oturduğum gün, daha önce tehditlerine maruz kaldığım bir semtin esnafından alışveriş yapmam icap etti. Konu elbet ekonomiye geldi. Ben açmadım, adam kendi dedi: “Din bu ellerde mahvoldu, böyle bir inanç olamaz. Ben kendim mütedeyyinim ama eşim gelsin şurada herkesin içinde utanmam dansımı da ederim.” “Dans mı? Bayılırım, ne dansı?” deyiverdim şaşkınlığımı saklayamayarak. “Gençken twist ve çaça çok severdim ama pek o müzikler çalmıyor artık, vals-tango biz de işte kendimizce” dedi. Aklıma gelmezdi, hâlâ da aklım almıyor. Demek ne berbat öğretilmişsek, klişelere boğulmuşsak işte. Sonra ekonomi konuşmadık. Müzisyenlerden, eskilerden bahsettik ayak üstü. İyi geldi.

Demem o ki hepimiz Otto’yuz. Keskinliklerimiz sonradan bir vesile gelişti, profesyonel ellerde harcandık.

Biraz çizginin dışından bakışın, biraz sakin üslubun, biraz farklı konuların, biraz sohbetin kimseye zararı olmaz.

Savaş baltalarını birbirimize saplamamak için muhabbet bağlarını biraz yeşertelim dilerim.

Hepimizin hıncında haklı sebepler var ama anlatmadan kimselerin bilmesi mümkün değil.

Hoş sohbetler dolsun hafta sonunuza.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa