07 Ekim 2024 04:48

Mor çiçekli garganlar, arılar, mezarlar...

Fotoğraf: Özer Akdemir/Evrensel

Paylaş

Aydın'ın Çine-Karpuzlu ilçeleri arasından, Gökbel Dağlarını sağımıza alarak geldiğimiz yol, öğle ezanı okunurken bizi Güney köyünün ilk evlerine ulaştırdı. Verimli düz bir ovanın içinde, mısır, bamya, börülce ekili tarlaların yeşilliği arasında kaybolmuş gibi görünüyordu köy. Köyün doğusunda birkaç tane kırmızı kiremitli şirin ev bir tepenin yamacına yaslanmıştı. Tepenin tam ortasında kocaman bir maden yarası vardı. Etrafındaki bitki örtüsünü yok eden maden, beyaza çalan toprak rengine bürünmüştü. Aracımızı kullanırken bir yandan da madenin tepede yaptığı tahribatı işaret eden Çineli arkadaşımız, “Bu maden köyün tam tepesinde. Patlatma oldu muydu evlerin çatılarına, sokak aralarına taşlar düşüyormuş. Gideceğimiz köy, hemen bu tepenin arkasında. Orada açılmak istenen maden bundan bile daha yakın köye” dedi.Tepenin etrafını dolanan yol bir süre sonra sönmüş bir yangın yerinden geçti. Tam da gitmek istediğimiz köyün yaslandığı bu tepe çok da eski olmayan bir yangının izlerini taşıyordu. Yanıp kapkara kesilmiş maki çalıları, güneşte sarı sarı parlayan çakır dikenler, iç içe geçmiş kantaron ve üzerlik otları ile kaplı, tek tük taze çam ağaçlarının bittiği tepenin yarısından fazlası yanmıştı. Tepenin yanan yerleri simsiyah geçmiş, yanmayan yeri ise üzerine sarışın bir örtü çekmiş gibi sonbahar renklerine bürünmüştü.

“İşte bu tepede yapılacak maden işletmesi” dedi arkadaşımız. “Yangın, yine tam da madenin almak istedikleri yerleri yaktı nedense! Hatırlarsan Madran’da güz ortasında çıkan yangın da tam madenin genişletmek istediği sahada başlamış, neyse ki bir haftadır yağan yağmurlardan ıslak olan ağaçları çok fazla yakamadan söndürülmüştü” dedi.

Yangınla ilgili bu şüphesinden köydeki toplantıda da bahsetti. “Bu yangın şaibeli” dedi. Köylüler başlarını sallayarak onayladılar.

Ömerler köylüleri, Arnavut kaldırımlı sokak aralarından çıkıp çıkıp geliyorlardı, öğle namazından sonra başlaması planlanan toplantıya. Kadınlar köy kahvesinin önündeki meydanın hemen sağına düşen menengiç ağacının, erkekler ise meydanın gün batısında, kahvenin tam karşısındaki dut ağacının altına dizili sandalyelerin üzerine kuruluyorlardı.

Kulakları ağır işiten, gözleri, zihinleri eskisi kadar “fehmetmeyen” meraklı ihtiyarlar en önde, utangaç gençler arkalarda, meydanı çevreleyen evlerin duvar diplerine çökmüşler kendi aralarında fısıldaşıyorlardı.

Ekim ayının ilk haftası olmasına rağmen yakıcı bir öğle sıcağı çökmüştü köyün üzerine. Yakıcı ve yapış yapış... Kadınlar da erkekler de iki ağacın duldasına sığınmışlardı bu sıcaktan korunmak için. Arada, çok hafif bir rüzgar, ağaçların yapraklarını okşayıp geçiyor, başlarının üzerine, dolamalarının da tepesine kare şeklinde bir örtü koyan köylülerin boncuk boncuk ter süzülen yanaklarında dolaşarak, onlara azıcık da olsa bir ferahlık hissi veriyordu.

Yapraklarını yemyeşil bir şemsiye gibi açmış menengiç ağacının altında birbirine sokulan kadınlardan birisi, ellerine aldığı değnekleri dayanak yapıp, iki büklüm zar zor yürüyerek gelen yaşlı bir kadına kalkıp yerini verdi.

İzmir’deki evimizin yanında bulunan Atatürk Parkı’nda, tıpkı Ömerler köylüsü bu yaşlı kadın gibi, beli bükülmüş, iki büklüm olmuş, ancak her gün eline aldığı iki değnekle tartan pistte yürüyüş yapanların arasına karışıp yürüyen nene aklıma geldi. Elindeki sopaları bazen kendisine laf atan, gülen çocuklara sallayan, onlara dişsiz ağızdan ne söylediği belli olmayan cümlelerle kızan yaşlı nene, o yaşına ve vücudunun iki büklüm olmuş, adeta içine çekilerek küçülmüş yapısına bakmadan yaşama tutunmaya çalışmanın bir örneğiydi mahalleli için. Kendisine laf atan çocuklar hariç, kimseyle konuşmaz, kiminin alkışını, kiminin “bravo teyzem” diyen övgülerini, selamını sabahını duymazdan gelir, yeni yürümeye başlayan çocuklar gibi paytak paytak yürürdü parkın çevresinde. Epey oldu neneyi parkta görmeyeli. Ancak her parkın yanından geçişimde dallarına sık sıkı yapıştığı iki eli, titrek bacakları ile yerle doksan derece açı yaparak yürüyen neneyi arar hâlâ gözlerim.

Belki, Bornova Çamdibili bu neneyi anımsattığı, belki kocaman çerçeveli, kavanoz dipli gözlüklerinin arkasından bakan çipil gözlerindeki canlı parıltıların davetine uyarak ilk bu yaşlı kadınla konuşmak istedim. Sohbet için izin isteyip madenle ilgili ne düşündüğünü sordum. Dolamasının üzerindeki kare şeklinde dürülmüş kırmızı çizgili örtüyü başının üzerinde iyice bir yerleştirdikten sonra konuştu;

“Benim evim şu tepenin hemen yamacında. Bu tepeyi maden yapmak istiyorlar işte. Açılırsa madenle komşu olacağız. Biz nasıl yaşarız o zaman? O gürültüde, tozda... Patlatmalarda nereye gideriz? Ne yeriz ne içeriz? Ürettiklerimiz olur mu artık? Öyle ya o tozun toprağın arasında sebze, meyve yetişir mi? Bu köyde doğup büyüdük, kocadık. Anılarımız hep burada. Ölülerimizi buraya gömdük. Mezramız, mezarlarımız burada...”

Biz konuşurken çevremizdeki diğer kadınlar bize biraz daha sokulmuşlardı. Nenenin her sözünü onaylıyorlar, “İstemiyoz, maden falan istemeeyoz!” cümlesini ağızlarından düşürmüyorlardı.

Onların bu sözlerini kaldığı yerden devam ettirdi nene; “İstemeyoz helbet! Bize ne faydası olacak bu madenin? 12 kişi çalışacakmış madende. Çalışmayıvesin, aç mı açıkta mı kaldık şimdiye kadar...” dedi.

Genç, mavi gözlü, yeşil yaşmaklı bir kadın nenenin soluklanması sırasında araya girdi. “O tepede bizim su havuzumuz var. Yabanın kurdu, kuşu, böceği içsin diye, hayır için yaptık. O ne olacak?” dedi.

Yanında, ondan biraz daha yaşlıca görünen, konuşurken beyaz yüzündeki derin çizgilerin daha da bir belirginleştiği başka bir kadın “Ya garganlarımız?” dedi. “Garganlarımız ne olacak? Gargan olmazsa arılar nereye konacak?”

Köylü kadının gargan dediği yabani lavanta, ya da karabaş otu denilen domur domur mor çiçekleri olan çok hoş kokulu bir bitkiydi. Özellikle çam ormanlarının fazla bulunmadığı Ege’nin bu dağ köylerinde gargan otu arıların en sevdiği bitki idi ki az miktarda üretilen gargan balı da bu nedenle çok çok değerliydi.

Nenenin ardından konuştuğum tüm köylülerin dilinden hep aynı cümleler çıktı neredeyse; “Madeni istemeyoz”, “tepedeki su hayratı”, “meramız”, “mezarlarımız”, “gargan otu”...

Köy kahvesinin önüne kurulan ses sistemi ile en uzaktaki köylülerin bile rahatça duyduğu konuşmalarda da benzer cümleler kuruldu hep. “Maden yapılmak istenen yer köyümüzün merası. Maden 1200 dönümlük meramızı elimizden almak istiyor. Meramız bu madene ne zaman satılmış haberimiz dahi olmadı. Bu bölgede 10 bin kovanımız var. Bu meradan, kovanlardan 600 köylü ekmeğini kazanıyor. Bir şirket kasasını dolduracak diye bizim meramız, menengiç ağaçlarımız, gargan otlarımız niye yok olsun? Asla izin vermeyeceğiz!..”

Öğleyin başlayan toplantı ikindi vaktine kadar sürdü. Güneş Gökbel Dağı’na doğru yavaş yavaş eğilerek giderken iki saatten fazla süren toplantıyı sona erdirdi köylüler. Mavi plastik sandalyeler toplandı, ses sistemi söküldü. Menengiç ağacının altındaki kadınlar da kendi aralarında mırıl mırıl konuşarak akşam işlerini görmek için evlerine dağıldılar. En son iki eli değnekli, çipil gözlü nene kalktı ağacın altından. İki büklüm belini doğrultmaya çalışarak, iki elindeki değneklere dayanarak yavaş yavaş yürüdü geçti önümüzden. Yanımızdan geçerken hâlâ kendi kendine söyleniyordu; “Mor çiçekli garganlarımız, arılarımız, anılarımız...”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa