08 Ekim 2024 04:40

Avrupa Avrupa duy kokumuzu!

Beşiktaş

Fotoğraf: AA

Paylaş

Süper Lig kulüplerinin Avrupa geceleri bana Türkiye’nin son yirmi yıldaki seçim akşamlarını hatırlatıyor.

Öncesinde neye dayandığı belli olmayan devasa bir umut ve beklenti, sonra sahanın gerçekleri, akabinde işin içinde bit yeniği olduğuna dair ima ve iddialar… Ve nihayet bariz mücadele ve çözüm yollarını görmezden gelip her şeyi olduğu haliyle sürdürerek bir dahaki sefere başarı geleceği inancı. Herkes her şeyin değişmesi gerektiğinden emin, kendini bir parça olsun değiştirmemekte ölümüne ısrarcı.

YİNE NEDEN OLMADI ACABA?

Perşembe akşamı da farklı değildi. UEFA Avrupa Ligi’nde mücadele eden üç büyükler kıtanın en üst düzeyinden epey uzak olan rakiplerine diş geçiremedi. Galatasaray toplam değeri Mauro Icardi’nin yıllık maaşından az olan Rigas karşısında 2-0 öne geçtiği maçı kapatamadı. Fenerbahçe ağır aksak, ilkel futbolunu bir kez de Twente karşısında denedi ve -sürpriz!- yine kazanamadı. Eintracht Frankfurt’u ağırlayan Beşiktaş ezeli rakiplerine kıyasla daha iyi mücadele etse de skoru alamadı. Bir önceki maçta onlar da Ajax karşısında tamamen kayıptı.

İşin trajikomik tarafı, yıllardır her Süper Lig takımının Avrupa’da üç aşağı beş yukarı aynı şekilde başarısız olması. Rakibin fiziksel ve atletik kapasitesiyle baş edilemiyor, takıma yığılan yıldızlara rağmen -aslında bu yüzden- karşı tarafın basit taktiksel şablonları bile çözümlenemiyor. Hepsinin üzerine, buradaki her şey çok anlaşılırmış gibi, spikerinden taraftarına, “Hakemin anlaşılmaz kararları” söylemi eklenince ortaya kahkahaya layık bir sahte mağduriyet ve hakiki beceriksizlik hikayesi çıkıyor.

Ancak Türk futbolu artık kimseyi güldürmeyen bir şaka.

Fütuhata hasret futbolseverlerin 1980’lerin sonundan itibaren benimsediği, “Avrupa Avrupa duy sesimizi!” tezahüratından geriye pek bir şey kalmadı. Sahadan şimdilerde güçlü bir ses değil kötü bir koku yükseliyor.

AYNA AYNA, SÖYLE BANA!

Avrupa geceleri bir yandan da sahanın ortasına yerleştirilmiş dev bir ayna gibidir. İçerideki kavgaların anlamsızlığını, gerçek seviyenizi, maçı nasıl izlediğinizi, sonuca nasıl sevinip üzüldüğünüzü gösterir. Ayna bazen de masaldaki gibi konuşur.

Mesela der ki, “İnan, Süper Lig için bunca transfere değmez. Avrupa diyorsan, geçmişte başarılı olan kadrolar bugünkünden güçlü değildi. Zaten istikrarlı bir kadron ve hocan olmadığı için doğru düzgün bir yapı kurup rekabet edemiyorsun.” Ya da, “Herhalde Rigas’ın yarı profesyonel Sol Beki Ismail Jakobs’tan, Frankfurt’un Santrforu Igor Matanovic dört kez Serie A gol kralı olmuş Ciro Immobile’den, Twente’nin 21 yaşındaki Stoperi Max Bruns Fenerbahçeli Çağlar Söyüncü’den daha iyi topçu değildir.”

Ama aynaya, “Benden güzeli var mı dünyada?” dışında soru sormayan bir ülkede bu sözler duyulmaz. Okan Buruk, Victor Osimhen’in yokluğuna sığınmaya, futbol tarihinin en büyük şikayetçisi José Mourinho her seferinde başka mazeret üretmeye devam eder.

İnsanın onlara da çok kızası gelmiyor çünkü hayatta tembelliğe alışmaktan daha kolay ve tatlı bir şey yok. Büyüklere tanınan maddi-manevi imtiyazlar ve yandaş küçüklere sağlanan kontenjanla birlikte dört başı mamur bir sirk halini alan Süper Lig’de kazanmanız için top oynamanız gerekmiyor. Fenerbahçe’nin Rize’den zaferle dönmesi, Galatasaray’ın Alanyaspor’u alaşağı etmesi, Beşiktaş’ın Eyüpspor’a üstün gelmesi için esaslı bir plana, stratejiye, taktiğe ihtiyaç yok. Yıldızların bir mucize göstermesi -bir çalım, bir duran top, iyi bir şut- yetiyor. Kadro kaliteleri arasındaki uçurum yüzünden otuz yıl öncesine döndük. Ligin kaderini derbiler belirlerse şaşırmayın çünkü diğer maçlarda puan bırakmak için ekstra beceri gerekiyor.

İşin acıklı yanı, Avrupa’nın da pek öyle örnek alınacak bir yanı kalmadı. Türkiye’de olduğu gibi kıtada da hem ulusal ligler hem de Avrupa kupaları birkaç kulübün tekelinde. Ama futbolun evrensel krizi bir yana, burada yapılacak çok iş var.

SÜPER KALABALIK

Süper Lig mevcudunu azaltmak fena bir başlangıç olmayabilir. Kimileri İskoçya’dakine benzer, 10-12 takımın birbiriyle dört kez oynadığı sistemi öneriyor. Türkiye’nin coğrafi ve demografik büyüklüğü düşünülünce 16 takımlı bildiğimiz lig usulü bana daha olası ve makul görünüyor. Her halükarda sadece dört takımın Avrupa’ya gittiği ve standardın bu kadar düştüğü bir yerde mevcudu azaltmak gerektiği kesin.

Ayrıca maaş tavanı, maddi denetim, ligde yer almak için belli tesis ve altyapı kriterleri getirilmesi, yerli veya yabancı fark etmeksizin altyapıdan yetişmiş oyuncu oynatma zorunluluğu gibi seçenekler oracıkta duruyor.

Ama işte bunları duyduk mu hepimizin fena halde içi sıkılıyor, karnına ağrılar giriyor. Hal böyle olunca, ligde hiçbir sınava girmeyenler Avrupa’da boş kağıt vermeyi sürdürüyor.

HEYKELİ DİKİLECEK FUTBOL

Seçim akşamlarının sonucu ortada. Müesses muhalefetin bu kadar rezil ve beceriksiz bir iktidarla bile baş edememesi sonucu Türkiye arabesk varoluşçuluk aşamasından gerici yok edişçilik aşamasına geçti. Ülkede her gün kadınlar, çocuklar, işçiler öldürülüyor; geri kalanlar da yaşamıyor.

Reklam tabelalarını ve formaları saran yasa dışı bahis reklamları, bunlara göz yuman yetkilileri, bakan akrabası kulüp idarecileri, sırf iktidara yakın diye koltuk verilip baş tacı edilen şovmenleriyle futbol da aynı yolda ilerliyor. İşin aslı, böyle bir ülkede sokaktaki çocuklardan başka kimsenin futbol oynayıp oynayamamasının da önemi yok. Tabii sokağa çıkıp sağ salim eve dönebilirlerse.

Ülkeyi ve oyunu hâlâ değerli görüp önemseyenler bir araya gelip ses yükseltirse bir umut var. Yoksa yukarıdakiler zaten bu pislikten besleniyor, icabında deodorant (transfer, ezan-bayrak, hakem kavgası) satarak yaşıyor. Ama kokunun dayanılır tarafı kalmadı. Duymamak için Bolu CHP belediyesinin diktiği, bozkurt işareti yapan Merih Demiral heykelinin tepesine çıksanız bile nafile.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa