14 Ekim 2024 04:51

İktidarın "Savaş vergisi" barış ve güvenliği sağlar mı?

TSK savaş uçakları

Fotoğraf: DHA

Paylaş

İktidar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İsrail’in gözünü vatan topraklarımıza diktiği” açıklaması üzerinden yarattığı tehdit algısını halkın sırtına yeni vergiler yıkmak için bir fırsata dönüştürmek istiyor. AKP, yeni vergilerle Savunma Sanayi Destekleme Fonuna (SSDF) 70-80 milyar TL ek gelir sağlamak amacıyla hazırladığı yasa teklifini Meclise sundu. Bu yasa teklifi, alkollü içki ve tütün mamulleri, şans oyunları ve akaryakıt başta olmak üzere daha önce SSDF’ye kaynak aktarmak amacıyla konulan vergilerin yanı sıra araç ve gayrimenkul alım-satımı, noter işlemleri, kredi kartları, dron ve saatlerden alınacak ÖTV’ye kadar birçok yeni verginin getirilmesini amaçlıyor.

NATO, İsrail saldırganlığının en büyük destekçisi ve Türkiye, NATO’nun Ortadoğu’ya açılan kapısı iken Erdoğan’ın “İsrail’in gözünü ülkemize diktiği” açıklamasının arkasında yatan politik hesaplara dair çokça şey söylendi. Yapılan birçok değerlendirmede Erdoğan’ın yarattığı bu yeni tehdit algısı üzerinden muhalefeti etkisizleştirmek; açlık, yoksulluk ve işsizlikle karşı karşıya olan geniş emekçi halk kesimlerinin de tepkisini yatıştırmak istediği vurgulandı. Ama şimdi iktidar, bu tespitlerin de ötesine geçerek tehdit algısını zaten ciddi bir ekonomik darboğazla karşı karşıya olan halkın sırtına yeni vergiler yüklemek için kullanmaya çalışıyor. Bu kadarı da olmaz dedirten bu yeni vergi soygunu akıllara AKP’nin o ünlü sloganını getiriyor: Onlar konuşur, AKP yapar!

AKP Grup Başkanı Abdullah Güler, SSDF’ye aktarılmak gerekçesiyle yeni vergiler getiren yasa teklifini “Coğrafyamızdaki sıcak gelişmeler karşısında savunma sanayimizi daha güçlü hale getirmek”le açıklayarak Erdoğan’ın İsrail tehdidi açıklamasını tekrarlıyor. Devamında ise “Sınırımızda terör koridoru kurma çabaları bitmiş değil” diyerek bu tehdit algısına Kürt sorununu da eklemeyi unutmuyor.

Halkın tepkisi sonrasında alınan “yasak” kararına rağmen İsrail ile ticaret başka biçimler altında sürdürülüp Doğu Akdeniz’de İsrail’e yönelmesi muhtemel tehditlere karşı ABD ile ortak deniz tatbikatı yapan Erdoğan iktidarının İsrail tehdidinden söz etmesi büyük bir aldatmacadan başka bir şey değil. Zaten Mecliste yapılan “kapalı oturum” sonrasında CHP Lideri Özgür Özel de iktidarın bu tehdide dair somut hiçbir şey söylemediğini belirtmişti. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog da Erdoğan’a cevaben yaptığı açıklamada “Türkiye’ye yönelik herhangi bir planlarının olmadığını” açıklamıştı.

Ama AKP Grup Başkanı Güler’in açıklaması üzerinden burada Kürt sorunu için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Yarısından fazlası AKP-Erdoğan iktidarı döneminde olmak üzere bu ülke son 40 yılda Kürt sorunu konusunda uygulanan politikaların bedelini çok ağır biçimde ödüyor. Genelkurmay tarafından “Düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlanan Kürt sorunu kaynaklı çatışmalarda yaklaşık 50 bin kişi yaşamını yitirdi ve yüz milyarlarca dolarlık kaynak harcandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan daha 2013’te bu savaş politikaları için harcanan paranın 300 milyar dolar olduğunu söylemişti. Bazı araştırmalar bu rakamın çok daha fazla olduğunu ortaya koyuyor.

Peki, sonuç?

Bugün Irak ve Suriye’de askeri operasyonlar peşinde koşup buralarda yeni askeri üsler kuran iktidar, “çözüm” adına harcanan milyar dolarlara yenilerini ekliyor. Üstelik bu politika çözümsüzlüğü derinleştirip Türkiye’yi daha geniş bir coğrafyada sorunun muhatabı haline getiriyor ve emperyalistlerin de bu sorunu kullanmasına alan açıyor.

İktidar, Türk halkını milliyetçi politikalar üzerinden yedeklemek için bu politikayı bir “beka” meselesi gibi gösteriyor. Oysa bu politikanın arka planında Türk burjuvazisinin Kürt coğrafyasındaki kaynakları, başka bir deyişle Kürdistan pazarı üzerindeki egemenliğini paylaşmak istememesi ve bu sorunu bölgedeki yayılmacı emellerinin bir aracı olarak kullanması gerçeği yatıyor.

Kürt sorununun eşit haklar temelinde demokratik barışçıl çözümü mümkünken egemenlerin ısrarla uyguladığı bu politikanın faturasını daha fazla ölüm ve daha fazla yoksulluk olarak Türk ve Kürt halkları ödüyor.

Burada bazı muhalefet partilerinin bu yeni yasa teklifine itirazlarının “Oluşacak kaynağın nerede kullanılacağı” ile sınırlı olmasına da değinmek gerekiyor. Çünkü bu yönlü itirazlarda bulunanlar sanki oluşacak kaynak SSDF’ye kullanılsa ortada bir sorun yokmuş ya da olmayacakmış gibi yaklaşım ortaya koyuyor.

Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve ona bağlı Savunma Sanayi Destekleme Fonu, Türkiye’nin neoliberal kapitalist sisteme entegre edilmesi amacıyla gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesinin ardından 1985’te kurulmuştu. Amaç, “Savunma sanayisinin geliştirilmesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernizasyonunun sağlanması”, yani Türkiye’nin NATO içindeki yükümlülüklerini daha iyi yapabilir hale gelmesiydi.

Bu fonda biriken kaynaklar üzerinden 1988-1999 yılları arasında Türkiye’nin askeri harcamaları (Savunma-silah sanayii alanında yapılan yatırımların ve silah ithalatı) 4.3 kat artmıştı ki, bu hızlı artışın temel motivasyonu Kürt sorununu savaş ve şiddet yöntemleriyle çözme politikasıydı.

Ancak Türkiye’nin askeri yatırım ve harcamalarında asıl dönüşüm 2016’daki darbe girişimi sonrasında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (başkanlık/tek adam rejimine) geçişi sonrasında yaşandı. Bu dönemde Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Savunma Sanayi Başkanlığına dönüştürüldü ve Erdoğan’a bağlandı. O günden bugüne Erdoğan askeri sanayi alanındaki hızlı büyüme ve “yerli ve milli silahlar” ile övünüyor.

Öte yandan Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin alınması sonrasında yaşananlar, NATO üyesi Türkiye’nin askeri-savunma sanayi alanında hangi güçlere ve nasıl bağımlı olduğunu ortaya koyuyordu. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehditler gerekçe gösterilerek ve iki buçuk milyar dolar harcanarak Rusya’dan alınan S-400’ler, ABD ve NATO yaptırımları nedeniyle 2019’dan beri hangarlarda bekletiliyor. Üstelik ABD, bu nedenle Türkiye’yi F-35 yeni nesil savaş uçakları projesinden çıkarıp CAATSA yaptırımlarına da dahil etmişti. Bu nedenle Erdoğan iktidarı şimdi bu S-400’lerden kurtulmanın yollarını arıyor.

Demek ki, “Savunma sanayisini güçlendirme” adına uygulanan politikalar, bir yandan Kürt sorunu ve öte yandan Suriye ve Irak’tan Libya’ya kadarki yayılmacı emeller nedeniyle Türkiye’yi yeni tehditlerle karşı karşıya bırakmakla kalmıyor, ABD emperyalizmine ve NATO’ya bağımlığını da arttırıyor.

Üstelik Erdoğan iktidarı da bugün NATO’nun koyduğu üye ülkelerin gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYH) en az yüzde 2’sini savunma-silah harcamaları için kullanması kuralını uygulayan ülkelerden biri olmakla övünüyor.

Ama aynı iktidar, açlık sınırının bile yarısına yakın bir maaşla geçinmeye çalışan emeklilere zam konusu açılınca “mali disiplin”den söz ediyor, emeklilere yapılan son zammın 30 milyar liraya mal olduğu üzerinden gürültü koparıyor. Şimdi de SSDF’ye aktarılmak üzere emeklilere yapılan bu zammın iki buçuk-üç katı kadar ek vergi istiyor.

Sonuç ortadadır: Yeni tehdit algısı üzerinden zaten ciddi bir geçim sıkıntısı içindeki emekçilere “Savunma sanayiyi güçlendirme” adı altında yeni vergiler yüklemek isteyen iktidar, uyguladığı savaşçı-yayılmacı politikalarla ülke halklarının karşı karşıya kaldığı tehdidin asıl kaynağı konumunda bulunuyor.

Bu nedenle gündeme getirilen yeni vergiler ülkenin güvenliğinin sağlanmasına değil ama iktidarın kader birliği yaptığı silah tekellerinin kârlarının katlanmasına hizmet edecektir. Buna karşı ülkede yaşayan halkların kendi gelecekleri için yapabilecekleri en büyük yatırım; Kürt sorununun demokratik çözümü ve bölgede cihatçı çetelerle birlikte sürdürülen yayılmacı emellere karşı barış için mücadeleyi büyütmek olacaktır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa