22 Ekim 2024 04:34

Fethullah Gülen: Emperyalizm ve iş birlikçi gericiliğe adanmış bir yaşam

Fethullah Gülen

Fotoğraf: ANKA

Paylaş

Fethullah Gülen öldü. Yıllarca onun kurdurduğu vakıf ve derneklerin etkinliklerine katılan, medya organlarında boy gösterip devlete yaptığı “hizmet”ten övgüyle söz edenler şimdi arkasından lanet okuyorlar. Oysa o da tıpkı bugünkü iktidar temsilcileri gibi emperyalizme ve tekelci burjuva gericiliğe hizmette kusur etmedi. Ancak 2002’den 2013’e, 11 yıl boyunca birlikte yürüdüğü siyasi ikiziyle giriştiği iktidar kavgasını kaybettiği için ‘terör örgütü elebaşısı’ ilan edilip lanetlendi. Komünizmle Mücadele Derneklerinden 28 Şubat’a ve BOP’tan 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne kadar onun hikayesi aslında bugünkü iktidarın da hikayesidir. 

Gülen’in 1960’lı yılların başında cami imamı olduğu Erzurum’da Komünizmle Mücadele Derneğinin kuruluşu ve yönetiminde görev alması, siyasi yaşamının başlangıcı sayılır. Bu dönem ABD emperyalizminin Sovyetler Birliği’ne komşu ülkelerde İslamcı tarikat ve cemaatlerin örgütlenmesini özel olarak teşvik edip desteklediği bir dönemdir. Yeşil Kuşak Projesi olarak da adlandıran bu politika, İslamcı örgütlenmelerin “komünizm tehdidi”ne karşı bir kalkan olarak kullanılmasını hedefliyordu.

Bugün Erdoğan’ın ‘rehber’ olarak gördüğü N. Fazıl gibi isimler de o dönemlerde “Komünist tehdide karşı ABD’nin desteklenmesi”ni açıktan savunuyorlardı. 1969’da Deniz Gezmiş’in başını çektiği antiemperyalist, devrimci gençler ABD emperyalizminin 6. Filo’suna karşı eylem yaparken M. Şevki Eygi’nin başını çektiği dinciler “Müslümanların komünizmle çarpışan devlet kuvvetlerine yardımcı olması” çağrısını yapıyorlardı. 

Gülen de daha siyasi yaşamının başında Komünizmle Mücadele Dernekleri içinde yer alarak ABD emperyalizmine sadakatini göstermişti.

1970’li yıllarda Nurculuğun bir kolu olarak kendi cemaatini örgütleyen Gülen, 12 Eylül askeri faşist darbesini açıktan desteklemişti. Bu destek boşuna değildi, çünkü darbeden sonraki Özallı yıllar, Gülen Cemaatinin hızla büyüyüp güç kazandığı bir dönem oldu. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılışı sonrasında “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası” hayalini kuran Özal, Gülencilerin Türki cumhuriyetlerde okullar kurup örgütlenmesini bu politik bağlamında özel olarak desteklemişti. Gülencilerin eski SSCB ülkelerindeki örgütlenmesi, bu ülkelerin “ılımlı İslam” üzerinden neoliberal kapitalist sisteme entegre edilmesi için ABD emperyalizmi ve NATO tarafında da teşvik edilmişti.

Gülen, “postmodern darbe” olarak adlandırılan ve Erbakan hükümetini istifaya zorlayan 28 Şubat 1997 askeri müdahalesini de “Askerlerin bazı sivillerden daha demokrat olduğu”nu söyleyerek desteklemişti. Bu dönem Gülen; Türkeş’ten Çiller’e, Mesut Yılmaz’dan Demirel ve Ecevit’e kadar dönemin bütün önemli siyasetçileri tarafından itibar görüp görüşme yapılan bir kişi olmuştu.

Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecinde cemaatinin emniyet ve ordu içindeki örgütlenmesi konusunda hazırlanan rapordan sonra 1999’da “sağlık sorunlarını” gerekçe göstererek ölümüne kadar kalacağı ABD’ye kaçtı. Ancak her şeye rağmen 28 Şubat sürecine verdiği destek, Gülen’in kaderinin Erdoğan ile kesişmesi bakımından önemli bir dönemeç oldu. 

28 Şubat sürecinde Refah Partisinin kapatılmasının ve yerine Fazilet Partisinin kurulmasının ardından partinin “gençleri” ya da “yenilikçileri” olarak adlandırılan Erdoğan, Gül ve Arınç gibi isimler partiden ayrılıp 2001’de AKP’yi kurdular.

Rastlantıya bakın ki AKP’nin kuruluşu ABD emperyalizminin 2001 11 Eylül saldırıları sonrasında Ortadoğu’yu “ılımlı İslam” üzerinden dizayn etmek üzere Büyük Ortadoğu Projesi’ni açıklamasıyla kesişmişti. CIA’nın Ortadoğu Şefi G. Fuller, ‘Siyasal İslam’ın Geleceği’ adlı kitabında bu proje kapsamında ABD emperyalizminin “Fethullah Gülen gibi liberal ve reformist İslamcı güçleri desteklemesi” gerektiğini söylüyor ve Türkiye için Erdoğan ve arkadaşlarını işaret ediyordu. AKP’nin 2002 genel seçimlerini kazanması sonrasında Türkiye, Gülen-Erdoğan ortaklığında bu projenin model ülkesi olarak belirlendi. Sonradan inkar etse de Erdoğan’ın başbakanlığının ilk yıllarında kendini “BOP’un eş başkanı” ilan etmesi, aslında iktidara geliş/getiriliş sürecinin arkasında hangi gücün yer aldığını da ortaya koyuyordu.

12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra Türkiye’nin neoliberal dönüşümünün en hızlı gerçekleştiği dönem de Gülen-Erdoğan ortaklığı dönemi oldu. Türkiye’de 1985’ten 2013’e kadarki 28 yılda yapılan 49 milyar dolarlık özelleştirmenin 41 milyar dolarının Gülen-Erdoğan ortaklığı (2003-2013) döneminde olması, bu iktidarın neden uzunca bir süre ABD-AB emperyalistleri tarafından desteklenmeye devam ettiğini de açıklıyordu. Bu dönüşüm sürecinde TÜSİAD’ın yanı sıra MÜSİAD (AKP) ve TUSKON (Gülenciler) içindeki sermaye kuruluşları da özellikle devlet kredi ve ihaleleri üzerinden semirtilmişti.

AKP-Erdoğan ve Gülencilerin Ergenekon-Balyoz operasyonları ve 2010 referandumu ile devlet içindeki rakiplerini tasfiye edip iktidarı tamamen ele geçirmeleri, kendi aralarındaki mücadelenin de başlangıcı oldu.

2010 Mavi Marmara olayında Erdoğan, İsrail’e karşı tepkiyi tıpkı şimdi yapmaya çalıştığı gibi iç kamuoyunda kendisine karşı desteğe dönüştürmek isterken Gülenciler ABD emperyalizminin tepkisini çekebilecek böylesi bir hamleye karşı çıktılar.

Erdoğan’ın Kürtlerin desteğini arkasına almak için başlattığı Oslo sürecinin deşifre edilmesi ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması, bu çelişkinin devlet kurumlarının ele geçirilmesi mücadelesine dönüşmesinin ilanı oldu. Gülencilerin önceliği 2009'da başlatılan KCK operasyonları üzerinden Kürt siyasetinin tasfiye edilmesi ve Kürt coğrafyasında kendi örgütlenmesinin egemen kılınmasıydı. Bu gelişmeleri Erdoğan’ın Gülencilere en güçlü oldukları alan olan eğitim alanında darbe vurmak amacıyla dershaneleri kapatma hamlesini yapması ve buna karşı da Gülencilerin Erdoğan ve çevresinin rüşvet ve kara para ilişkilerini ses kayıtlarıyla ortaya seren 17-25 Aralık (2013) operasyonları takip etmişti.

Erdoğan’ın polis ve yargı içindeki Gülencilere yönelik tasfiye sürecini başlatıp Gülencileri FETÖ/PDY adı altında örgütlenmiş “silahlı bir terör örgütü” olarak tanımlamasıyla da bu ortaklık resmen sona ermiş oldu.

Gülenciler, 2014’te Suriye’deki cihatçılara silah taşıyan MİT tırlarını gündeme getirerek Erdoğan’ı uluslararası arenada sıkıştırmaya çalıştılar. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişi ise Gülencilerin son hamlesi oldu. Erdoğan bu darbe girişimini OHAL ilan edip tek adam iktidarını fiilen kurmanın fırsatına dönüştürdü. MHP’nin desteği ve Kürt siyasetine yönelik tutuklamalar ve sınır ötesi operasyonlar üzerinden de bugünkü rejimin temelleri atıldı.

Bu süreçte, “Ülkeyi askeri vesayetten kurtarmak ve demokratikleştirmek” adına yola çıkan ikiz kardeşlerin birinin darbe girişimine ve diğerinin bu girişimi demokratik kazanımların tamamen askıya alındığı bir baskı rejiminin kuruluşunun aracı haline getirmesine tanık olduk.

Darbe girişiminden sonra Erdoğan iktidarı, Gülen’i ABD’den resmen istese de bu konuda hiç de ısrarcı olmadı. Sadece bu olayı iç kamuoyunda kendisine siyasi propaganda malzemesi yapan bir tutumla sınırlı kaldı. Çünkü “Ne istediler de vermedik” diyen Erdoğan, FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmasının dönüp dolaşıp kendi iktidarını vuracağını biliyordu.

Gülen ömrünü emperyalizme ve iş birlikçi gericiliğe hizmet için harcayan biri olarak öldü. Dün “Beraber yürüdük biz bu yollarda” deyip ona selam yollayanlar, şimdi arkasından lanet okuyarak kendilerini aklamaya çalışsalar da yürüdükleri yol değişmiş değil. O yüzden bugünkü iktidara karşı mücadele edilmeden ne “FETÖ’nün siyasi ayağı” ile hesaplaşılabilir ve ne de emperyalizme ve iş birlikçi sömürücülere karşı halktan yana, bağımsız ve demokratik bir gelecek kurulabilir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa