24 Ekim 2024 04:51

Çürümenin toplumsallığı ve çürüyeni yönetme politikası

kuklalar

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Türkiye, işçi ve emekçilerin yaşamını farklı biçim ve düzeylerde etkileyen gelişmelerin giderek artan şekilde birbirlerine de eklenerek yol aldığı bir dönemin tüm özelliklerini dışa vuruyor. Son bir aylık dönemde bu gelişmelerden birkaçı diğerlerine kıyasla öncelik gösterir hale geldi. İsrail’in Lübnan’a saldırısı ve ABD’nin askeri desteği aleni hale getirmesiyle birlikte Bölge düzeyinde süren savaşın giderek yaygınlaşması daha güçlü bir olasılık haline gelirken, Erdoğan-Bahçeli yönetimi, bu durumu, muhalefeti etkisizleştirme ve kitlesel desteğini artırma manevraları için malzeme stokuna ekledi.

Ülke, üzerinde yaşayanlardan azınlığın azınlığı asalak ve zorba bir kesimin çıkarları yönünde, boğucu özelliği artmış bir girdaba sürüklenirken, bölünmüş halkın saflarında yaşananları ‘görünmezliğe iten’ politik madrabazlık da bu süre içinde kademe atladı. İçeride ve uluslararası ve bölgesel alandaki gelişmeleri gerekçe sıralamasına tabi tutan Devlet-Erdoğan yönetimi, herkesin kendi politikalarına yedeklenmesini istemekte; rıza üretimi ve dipçikli-zindanlı-bombalı teslim alma politikasını birlikte uygulamaktadır.

Erdoğan ve Bahçeli, bölgedeki savaşları gerekçe göstererek, İsrail’in bir sonraki hedefinin Türkiye olduğunu ileri sürdüler ve “Dışa karşı içerdeki herkesin bütünlük içinde hareket etmesinin zorunluluk gösterdiği bir dönemde bulunulduğunu” belirterek, güya buna uygun bir politika çerçevesinde Kürt ulus siyasetinin temsilcilerine “El uzattılar!” 20 yılı aşkın süredir ekonomik siyasi, askeri ve ideolojik alanda sürdürülen saldırı, imha, teslim alma ve dönüştürme politikalarını bir anda terketmeye zorlayan bölgesel gelişmeler varmış izlenimi de vererek, tüm iç güçleri Bahçeli-Erdoğan yönetimindeki burjuva devlet iktidarının politikalarına adapte olmaya çağıran açıklamalar birbirini izledi. Her ne kadar Oslo görüşmelerinin Dolmabahçe temsilcilerinden Efkan Ala, yeni bir çözüm sürecinden söz edilemeyeceğini, sorunun zaten çözülmüş olduğunu söyledi ve Bahçeli de Öcalan’dan örgütünü dağıttığını tek taraflı olarak ilan etmesini isteyip devletin terörü bitirme politikasında ısrarlı olduğunu ilan ettiyse de “Bir şeylerin olduğu ve olacağı” görüş-tahmin ve beklentisi, yaşanan yıkımların da etkisi sonucu, geniş çevreleri bir kez daha sarmış oldu.

“Milli dış politika” safsatasından bağımsız olarak özellikle Ortadoğu’da yaşanan savaşların Türkiye’yi yönetenleri belirli bazı politika değişikliklerine zorlaması pekala mümkündür. Bu değişikliklerin ABD-İsrail karşıtlığı çizgisinde şekillenmesi mutlak gereklilik oluşturmuyor. Ancak ABD’nin, İngiltere ve AB’nin büyük güçlerini de arkasında sıralamayı başararak Rusya’yı kuşatma ve etki alanlarını daraltma -Ukrayna’daki savaşa bu amaçlı müdahildir- İsrail ile birlikte İran’ı bölgesel bir güç olmaktan çıkaracak askeri politikada ısrarının, bölgenin ‘yeniden dizaynı’na genişleyerek devamı, Kürt sorununa emperyalist-siyonist müdahale pratiğini daha güçlü şekilde gündeme taşıyabilecektir ve Türkiye’yi yönetenler bunu hesaba katmak zorundadırlar. Bahçeli’nin “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” derken sıraladığı gerekçeler ve şartlar, görüntüyü kurtaracak hileli bir-iki adımı ihtiyaç haline getiren tehditlerin devlet yönetimi katında muhasebe edildiğini gösteriyor. Söylenenler “Çözüm yok ama varmış gibi düşünün ve hareket edin!” anlamına gelmektedir.

Toplumun en azından yarısını gayrimilli ilan eden, CHP gibi, burjuva devleti ve kapitalist sistemin bekasını temel görev edinmiş bir sistem partisini dahi, yürüttüğü sınırlı ve etkisiz muhalefet dolayısıyla “milli güvenlik sorunu” olarak gördüğünü defalarca açıklayan Erdoğan ve Bahçeli’nin “normalleşme” gerekliliği üzerine açıklamalarını DEM’li siyasetçileri “teröre karşı savaş cephesi”ne çağrıya genişletmeleri, ekonomik mali ve siyasi güç zayıflamasıyla bağlı yanlarından çok, Kürt sorunu bağlantılı açmazın bölgesel-uluslararası gelişmeler dolayısıyla daha fazla büyümüş olmasıyla bağlıdır.

Adı aparatlığa çıkmış kimi yazar-politikacıların “Bir şeyler pişiyor ama ne piştiği henüz net değil” söylemiyle haber verdikleri, örneğin Kürtçe şarkı-türkü eşliğinde halay çeken gençlerin polis saldırısına hedef olmasının engellenmesi, TRT ŞEŞ’in Kürtçe yayınlarının süre ve kapsamının genişletilmesi, köy-yöre isimlerinin Türkçeleştirilmesinden kaçınılması, zindanlardaki kimi Kürt politikacıların bırakılması türünden ‘iyileştirmeler’ de olabilir. Sorunun çözümü adına dünden günümüze Kürt ulusal siyaseti adına gündeme getirilen taleplerin değişiminde katedilen yol dikkate alındığında, bu kadarını da çözüm olarak görenlerin olacağı söylenebilir ya da öngörülebilir. Kapitalist sömürü sisteminden bağımsız olmayan ezilen ulus sorununun ulusal tam hak eşitliği temelinde çözülmesi, sorunun burjuva ve emperyalist istismarının da engellenmesinin koşulu olmakla birlikte, ezilen ulus kitlelerinin iradesi, çözüm koşullarının belirlenmesinde başlıca faktör olacaktır.

Vahşet düzeyindeki bir diğer olay, toplumsal çürümenin derin kuyularına işaret ediyordu. Yenidoğan bebeklerin 19 özel hastanede büyük parasal vurgunlar için kuvözlerde ölüme alınması, vurgun ve sömürü sisteminin her tür alçaklık ve çürümüşlüğü yaygın şekilde toplumsallaştırdığının yeni bir göstergesi oldu.

Toplumsal gelişme düzeyi ve toplumsal ilişkilerin karakteristik özellikleriyle bağlı olmakla kalmayıp bunların işaretleri de olan sağlık ve eğitim gibi alanlarda girişilen özelleştirme, insan yaşamı ve ilişkilerinin daha fazla kâr ölçeğiyle değerlenmesine dayanan sistemde, kapitalistlere yeni olanaklar sağlarken, temel sağlık gereklerinin kapitalistlerin çıkarlarına bağlanması, çürümenin bebek ölülerini para kaynağı yapma alçaklığını içerecek şekilde yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Yağma ve talan ekonomisinin güdülediği daha fazla para, daha büyük mülk, daha etkin çıkarcı bireysel konum, çeteleşmeyi de ‘toplumsal’laştırmıştır. Çürüme yağmayı, yağma çürümeyi beslerken, yalan ikisine örtü oldu ve burjuva devlet iktidarı politikaları bunları yönetme “ustalığı”yla birleşti.

Bu politika kapsamında hastaneler sömürü fabrikalarına dönüşmekle kalmıyor, yağmacı çetelerin cinayet ticaretiyle zenginlik üretmelerinin de mekanlarına dönüşüyor. Bir yandan durmaksızın büyüyen yağma ve zenginlik birikimi diğir yandan artan yoksullaşma ve işsizlik, insanı bir diğerinin rakibi ve kurduna dönüştüren sistemin çarklarında birbirini yararlanacak, istismar edilecek, çiğnenip atılacak ve katledilecek nesne olarak görmeye yönlendirmektedir. Çürüme tüm sınıflardan insanları girdaba çekme özelliği kazanmıştır. Teknoloji ve sosyal medyanın yağmacı kullanımı, umursamazlık güdüsüne güç vermiş, çıkarcı izleyici tutum ve bireycilik dayanışma, paylaşma ve birlikte mücadele anlayışını ciddi ölçekli olarak baltalamıştır. Burjuva ideolojisinin ve ön yargılara dayalı geleneksel ayak bağlarının barikatlarını aşma yönünde gösterilen devrimci çabanın etki alanı, güçlü olanak ve araçlara sahip egemen sınıf politikasının gerçekleri karartıcı sistematik karşı saldırısıyla daraltılmıştır.  Dayatılan bu durumu aşmak için, toplumsal iktisadi sorunlara ilişkin gerçekliklerin açıklığa kavuşturulması faaliyetinin sınırları genişlemek, devrimci propaganda kitlesel boyutlarda ilişki ve etkiyle yaygınlaşmak zorundadır. Yüz binlerce ilerici sağlıkçı başta olmak üzere işçi ve emekçilerin ve devrimci-demokrat ve sosyalist parti, grup ve örgütlerin güçlü ve yaygın öfke patlamasının henüz ortaya çıkmamış olması, ciddi bir zaafiyet veya sorun olarak duruyor.

Fernas işçilerinin istem ve eylemlerinde bir kez daha görünür olan, direniş -mücadele potansiyeli ile onu güçten düşüren lokal kalma- yalnız direnme halinin aşılamamış olmasıdır. On binlerce işçinin Türk-İş yönetiminin yasak savma anlayışıyla düzenlediği mitinge katılarak taleplerini haykırmasına rağmen bu durum devam ediyor.

Fernas işçileri en basit işçilik sorunlarını Saray goygoycularıyla yağmacı kapitalistlerin “vekilerine duyurmak için” 53 gün boyunca, yalın ayak, aç mide, tahrip olmuş gırtlak direnmek zorunda kaldılar. 16 milyon işçinin her biri ve hepsinin başına şu ya da bu biçimde, şu ya da bu zaman içinde gelebilir burjuva-kapitalist zorbalık ve dayatmayı protesto ederken, sömürülen sınıfın milyonlarınca fiili meydan okuma aracıyla desteklenmemiş olmalarına rağmen bazı taleplerini kabul ettirdiler ve direnişi -şimdilik- sonlandırdılar.

Mücadele tarihinde Kavel ve Paşabahçe’den 15-16 Haziran büyük işçi direnişine, Tariş ve Ünaldı’dan, Zonguldak maden direnişi ve ‘89 Bahar Eylemlerine, BOSSA-SASSA’dan TEKEL ve SEKA’ya, Özak’tan Fernasa onlarca önemli direnişi olan işçi sınıfı, her birinden sınıfsal deneyim ve birikimine bir şeyler katsa da saldırılar karşısında kitlesel sınıf tutumuyla hareket edememesinin ceremesini çekmeye devam ediyor. Bu ise sadece tek tek kapitalistlerin ya da bir sınıf olarak burjuvazinin işini kolaylaştırmıyor. Sermaye devlet ve hükümetinin temsilcileri bu durumdan yararlanarak saldırı-baskı politikalarını sürdürme güç ve olanağı buluyor.

Yaşanan çürümenin sistemle bağı, süren ve yaygınlaşma olasılığı güçlü olan savaşın büyük güçlerin pazar ve etki alanları üzerine rekabet ve kavgalarının ürünü ve devamı olduğu anlayışı geniş halk kitleleri nezdinde daha net şekilde açıklık kazanmalı, işçiler, tekil-lokal direnişlerle kapitalistlerin ve sermaye devleti-hükümetinin politikalarıyla başa çıkamayacaklarını, bugüne dek yaşadıklarına bakarak daha açık şekilde görmeli ve sınıf dayanışması-sınıfsal birlik ruhuyla hareket edebilmelidirler. Bu anlayış ve tutum güç kazanmadığında, burjuvazinin sistem savunusuyla bağlı manevralarının etkisi devam edecek, işçi-emekçi hareketi bölünük durumda ve yenilmişlik ruh halinin mengenesinde olmaya mahkum kalacaktır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa