25 Ekim 2024 15:04

Bahçeli’nin açıklamaları, TUSAŞ saldırısı ve Öcalan’ın mesajı

TUSAŞ önü

Fotoğraf: İsmail Kaplan/AA

Paylaş

İktidar ortağı Devlet Bahçeli’nin PKK Lideri Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve Öcalan’ın “DEM Parti Meclis grubunda konuşarak silahların bırakıldığını ilan etmesi” çağrısını yapmasının ardından TUSAŞ’a (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii AŞ) bir saldırı düzenlendi. Hem Türk askeri-sınai kompleksinin en önemli kurumlarından birinin hedef alınmış olması ve hem de zamanlaması, arkasında kim olursa olsun bu saldırının Bahçeli üzerinden başlatılmak istenen sürece bir yanıt olduğunu ortaya koyuyor. Bu saldırıyla aynı gün yaşanan bir diğer önemli gelişme ise ailesi ile en son 2020’de görüştürülen ve 43 aydır tecrit altında olan PKK Lideri Öcalan’ın, milletvekili yeğeni Ömer Öcalan ile görüştürülmesi oldu.

Şurası açıktır ki DEM Parti’lilerle tokalaşmasının “Doğaçlama olmadığını” söyleyen MHP Lideri Bahçeli’nin, devlet ve iktidarı temsil eden güçler arasında belli bir uzlaşma olmadan Öcalan’ın Mecliste konuşması ve ‘umut hakkı’ndan yararlandırılması gibi önemli bir açıklamayı yapması düşünülemez.

Burada dikkat çekilmesi gereken ilk nokta devletin bu kez süreci, AKP ve Erdoğan üzerinden değil, özel harp dairesi gibi “devletin çelik çekirdeği”ni oluşturan kurumlarla ilişkisi bilenen MHP’nin Lideri Bahçeli üzerinden sürdürme yönünde bir karar almış olmasıdır. Bu kararın arkasında hem 2013-15 yılları arasında sürdürülen ‘çözüm süreci’nde masanın devrilmesi nedeniyle Kürt halkının AKP-Erdoğan’a duyduğu güvensizliğin ve hem de bu sürecin iktidar blokunun en milliyetçi partisi üzerinden sürdürülmesinin ‘iç cephe’nin tahkimi bakımından daha kullanışlı olması hesabının bulunduğunu söyleyebiliriz.

İkinci olarak, Bahçeli’nin Öcalan’a tecrit uygulandığını kabul etmesi ve devamında DEM Parti Meclis grubunda konuşma yapmasını ve serbest bırakılmasını sağlayacak ‘umut hakkı’ndan yararlandırılmasına kadar ‘çözüm süreci’ni de aşan bir çağrı yapması, devletin yaşadığı sıkışmışlığı ortaya koymakla kalmıyor, bu sıkışmışlığa bağlı olarak hızla adım atmak istendiğini de gösteriyor.

Burada hangi gelişmelerin devlet ve iktidarı böylesine sıkıştırdığı ve hızla adım atmaya zorladığı sorusu önem kazanıyor.

Bu sorunun yanıtı bakımından daha önce Özal’ın ve Erdoğan’ın hangi koşullarda Kürt sorununun “çözüm”ünü gündeme getirdiklerine dönüp bakmak açıklayıcı olacaktır.

Özal, 1990’lı yılların başında Kürt sorununun çözümü bağlamında “Federasyonu tartışabiliriz” demişti. Ancak Özal bu açıklamayı yaparken aklında Kürtlere hak vermek değil, o dönem Irak’tan fiilen ayrılmış olan Irak Kürdistan bölgesini yutmak, Türk burjuvazisinin hayallerini süsleyen enerji kaynaklarına sahip olmak vardı. Özal’ın “Bir koyup üç almak” olarak tanımladığı bu politika, Körfez Savaşı’nın (ABD’nin 1990-91 Irak müdahalesi) ortaya çıkardığı bölgesel gelişmeleri Türk burjuvazisinin çıkarları için bir fırsata dönüştürme hesabına dayanıyordu.

Erdoğan’ın 2013-2015 yılları arasında sürdürdüğü “çözüm süreci” de bölgesel gelişmelerle ve bu gelişmelerin olası risklerini ortadan kaldırıp Kürtleri bölgesel liderlik arayışına yedekleme hesabıyla bağlantılıydı. Elbette bu hesaba bölgedeki emellerle bağlantılı olarak içeride “güçlü liderlik” için başkanlık rejiminin kurulması hedefi eşlik ediyordu. Çünkü Erdoğan iktidarı, Suriye’ye müdahale politikasının öncülüğüne soyunduktan sonra beklenmeyen bir sonuç olarak Rojava’da Kürt özerk yönetimi ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla Rojava’daki Kürt özerk yönetiminin yaratabileceği olası riskleri ortadan kaldırıp cihatçılarla birlikte Suriye rejimini devirmek ve içeride başkanlık rejimini kurabilmek için İmralı’nın kapısını çalmak zorunda kalmıştı.

Dolayısıyla devlet ya ciddi bir bölgesel risk/tehdit altında olduğunda ya da tekelci Türk burjuvazisinin bölgesel çıkarları için yeni fırsatlar gördüğünde Türkiye ve bölgenin önemli sorunlarından biri olan Kürt sorununu hatırlıyor.

Bugün de DEM Parti’lilerle tokalaşmadan başlayarak attığı adımların “Bölgede yeni bir döneme girilmesi” ile (ortaya çıkan risk ve fırsatlarla) ilgili olduğunu zaten Bahçeli’nin kendisi söylüyor.

İsrail, ABD ve Batılı emperyalistlerin desteğinde Gazze’den başlattığı saldırı ve işgali bugün Lübnan ve Suriye’ye kadar yayarak ‘direniş ekseni’ içindeki güçlere önemli darbeler indiriyor. Direniş ekseninin iki önemli halkası olan Hamas ve Hizbullah’ın ardı sıra yedikleri darbelerle ciddi olarak zayıflatılması, savaşın yarattığı yıkım ve tahribatın sürdüğü Suriye’nin bu sürece dahil olmak konusundaki isteksizliği, Rusya’nın Ukrayna çıkmazıyla meşgul olması ve Çin’in mesafeli duruşu, İsrail ve ABD’nin başını çektiği güçleri İran’ı doğrudan hedefe koyma konusunda cesaretlendiriyor. İran’ın hedef alınması, bölgedeki en büyük “tehdit”in ortadan kaldırılması ve bölgenin kendi çıkarları temelinde yeniden dizayn edilmesi bakımından ABD ve İsrail için en kritik hamle olarak öne çıkıyor. Böylesi bir hamlenin kuşkusuz bütün bölge için çok önemli sonuçları olacaktır ki ABD Başkanı Biden’ın geçen hafta Almanya’da Almanya Başbakanı Scholz, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İngiltere Başbakanı Keir Starmer ile yaptığı görüşmede Ukrayna sorununun yanı sıra İran’a olası müdahalenin de konuşulduğuna şüphe yok.

İşte Türkiye’deki Erdoğan iktidarı da hem böylesi gelişmelerin olası risklerinden kurtulmak ve hem de bu gelişmelerin ortaya çıkarabilecekleri olanakları bir fırsata dönüştürmek üzere zayıf karnı olan Kürt sorunu konusunda yeni bir hamle yapmak zorunda kalmış görünüyor. Çözüm sürecinin de sona erdirilmesinde belirleyici rol oynayan konulardan biri olan Rojava (Kobanê) Türkiye egemenleri için bugünkü risklerin başında geliyor. Bu riskin yanına PKK’nin Irak’ta YNK ve İran destekli Haşdi Şabi ile belli düzeyde devam eden ilişkiyi ve iş birliğini de koymak gerekiyor. Dolayısıyla hem ABD-İsrail’in olası savaş ve müdahaleyle bağlantılı olarak Türkiye’yi İran karşısında kendi eksenlerinde daha açık tutum almaya zorlamaları ve hem de İran’ın kendisine Türkiye’den yönelecek olası tehdit ve saldırıya yanıt vermesi bakımından Kürt sorunu iktidarın zayıf karnını oluşturuyor.

Kimler tarafından gerçekleştirilmiş olursa olsun TUSAŞ saldırısını, bu gelişmelerle birlikte okumak gerekiyor. Bu eylem Türkiye’de eylem kabiliyetinin üstelik en kritik kuruluşları hedef alabilecek şekilde devam ettiğini göstermek için PKK tarafından yapılmış olabileceği gibi devlet içindeki klik mücadelesinin bir devamı ya da başka bölgesel aktörler tarafından verilmiş bir mesaj da olabilir. Ancak sonuç olarak bu eylem bize bugünkü iktidarın izlediği politikaların Türkiye’yi müdahalelere açık hale getirdiğini ve Kürt sorununun çözümü için somut adımların atılmasının zorunlu olduğunu gösteriyor.

TUSAŞ saldırısı sonrasında “Hiçbir kanlı ve kalleş proje milli birlik ve kardeşliğimizin karşısında tutunamayacaktır” diyen Bahçeli, saldırıya rağmen sözcülüğüne soyunduğu politikanın devam edeceği mesajını veriyordu.

Daha önce devlet ve PKK arasında gizli görüşmeler yapılırken PKK’nin eylemleri ve devlet operasyonları devam etmişti. Dolayısıyla TUSAŞ saldırısı ve sonrasında devletin Irak ve Suriye’de PKK ve SDG’ye karşı düzenlediği operasyonlar da böyle okunabilir.

TUSAŞ saldırısının gerçekleştiği gün DEM milletvekili de olan yeğeni Ömer Öcalan’ın uzun süredir İmralı’da tecrit altında tutulan Abdullah Öcalan ile yaptığı görüşme de bu mesajın bir devamı olarak anlam kazanıyor. 1999’da uluslararası bir operasyonla yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinden bugüne Öcalan üzerindeki tecridin sadece devlet ya da iktidarın onun vereceği mesajlara ihtiyaç duyduğu dönemlerde kaldırıldığını da burada not etmek gerekiyor.

Bahçeli’nin “coşkulu” açıklamalarına nasıl yanıt vereceği merak edilen Öcalan, gönderdiği kısa mesajda “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” diyerek çözüm iradesine sahip olduğunu ama sürece temkinli yaklaştığını ortaya koyuyor. Öcalan’ın bu mesajı, Murat Karayılan ve Cemil Bayık gibi PKK liderlerinin Bahçeli’nin mesajlarına verdikleri yanıtlarla uyum gösteriyor. Öcalan’ın “hukuki ve siyasi zemin” vurgusu, çözüm sürecinden farklı olarak bu kez sürecin yasal dayanaklarının oluşturulması ve “Çözüm yeri Meclistir” diyen CHP’nin de sürece dahil edilebilmesi bakımından önem taşıyor.

Erdoğan iktidarının Bahçeli’nin sözcülüğüne soyunduğu yeni süreci, kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericiliğin bölgesel çıkarlarını korumak ve yeni anayasa yapım sürecinde kendi dayanaklarını güçlendirmek için kullanmak isteyeceğine şüphe yok. Ancak iktidar blokunun hesaplarının ötesinde bu süreçten nasıl bir sonuç çıkacağını, ülkedeki emek ve demokrasi güçlerinin alacağı tutuma göre şekillenecek olan güçler ilişkisi belirleyecektir. Bölgesel savaş tehdidine karşı iç barışı sağlamaktan söz eden iktidara karşı emek, barış ve demokrasi güçlerinin alması gereken tutum, bu açıklamaların gereği ve ülkede yaşayan halkların çıkarına olan adımların atılması için mücadele etmek olmalıdır. Çünkü Suriye ve Irak’taki işgal, cihatçılarla iş birliği ve bölgedeki yayılmacı-savaşçı politika son bulmadan ne Türkiye bölgesel tehditlerden uzak tutulabilir ne de Kürt sorununun eşit haklar temelinde demokratik çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi için gerekli adımlar atılmadan iç barış sağlanabilir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa