Bazı huylarımız iyi değil...
Biz eskiden çok misafirperver, pek hoş sohbet, yemez yedirir, içmez içirir insanlardık.
Yokluktan ve birbirimize düşürülmekten bunu çoktan kaybettik.
Şimdi bir sürü zehrimiz var.
Seri toplumsal travmalar altında taş olsa çatlardı, çatlamıyoruz da. Daha sert taşa dönüşüyoruz, kalben, manen.
Birbirimize de iyi gelmiyoruz çünkü bu toprakların bazı huyları iyi değil.
Mesela, “asılcılık” diyelim birinin adına.
Birine dert anlatmaya kalktığında mutlaka “benim de...” diye başlar lafa. Sendeki de dert mi, asıl büyüğü ondadır. Onda değilse eltisindedir, beriki komşununki karşına örnek diye gelir. Asıl sen onu bir dinle, senin derdini kim n’apsın, illa daha büyüğü vardır.
Sonra “tesellicilik”
Her şeye iyi yanından bakmaya çalışmacılık diye anlaşılması lazım ama öyle şeyler de yaşıyoruz ki iyi yanı olması imkansız, mümkün değil, namümkün daha nasıl anlatılır bilmiyorum. O zaman da ne giriyor devreye: “Rabbim cennetine aldı. Kaderi böyleymiş, Allah da öyle yazmış. Allah sevdiği kuluna dert verirmiş. Kadere karşı çıkılmazmış.”
Canından bir parça kaybetsen biri gelir yanına “Ağlama bak ağlama, Allah’ın gücüne gider” ya da “Ağlama bak, sen ağlayınca bilmem kim de üzülüyor.”
Yahu ölmüş ölmüş, çok sevdiğimiz biri ölmüş, pisi pisine ölmüş, akıl almaz şekilde ölmüş. Ağlamayacak mıyız? Lanet etmeyecek miyiz? Kim üzülürse üzülsün, bu ateş kimi yakarsa yaksın. Kim tembihledi bu saçma sapan metaneti bize de cenazede metin ol, yangında, selde, cinayet mahallinde, kötü günlerin tümünde... Ne metaneti dünyamızın altı üstüne gelmiş?
Şöyle örnek vereyim; seneler önce bir arkadaşım aradı, yetiş diye. Hastanede, 5 aylık bebeğini kaybediyor ve hayatta kalması için ölü bebeği normal doğumla almaya çalışıyorlar. Acının büyüklüğünü düşün.
Hiç üzerine vazife olmayan insanlar gelmişler, ya sakat olsaydı, Rabbim’in vardır bir bildiği, bak doğduktan sonra kaybetseydin çok daha zor olurdu...
Yemişim sizin tesellinizi. “Bu çok acı, çok korkunç bir şey. Neden senin başına geldiğini sormakta haklısın. Yorgunluktan bayılana kadar şimdi burada el ele ağlayacağız. Çünkü isyan en büyük hakkımız.” Bunu diyeceksin. Bu işin tesellisi olmaz. Yaşadığımız çoğu şeyin de tesellisi yok.
İş kazasının yok, işsizliğin yok, depremi yaşayana hiçbir teselli yok, evladı öldürülene katilin tutuklanması teselli bile değil, pasaportuna el konulmasının tesellisi yok, adli kontrol bir teselli değil hukuksuz yargı karşısında, fakirleşmenin tesellisi yok, her şeyi ucuza almaya çalışırken ne yediğimiz belli değil, geberip gideceğiz kanserden, ucuza domates buldum bu hafta diye bir teselli yok.
Bir diğeri “şükürcülük.”
“Şükret ki beteri olmadı”
Daha ne kadar beterini hayal edebiliriz? Sürekli en kötüsünü düşünerek bir yaşam kurulabilir mi? İyi bari; en kötü nükleer santral henüz faaliyette değil, ya bir de o patlasaydı diye şükür şükür koyalım kafayı yastığa?
Bu “şükürcülük”le “neyse ki”cilik kardeş.
Hadi düşünün son 22 senede kaç facia teğet geçti her birimizi -neyse ki-?
Son anda tramvayı kaçırdın bomba Taksim’de patladı, ateşin çıktı maça gidemedin Dolmabahçe patladı, Ankara Garı’nda simit alayım dedin sağ kaldın, servisi kaçırdın hayatta kaldın, neyse ki içeri girmiştin de balkonda bulduğun yorgun mermi sana denk gelmedi, hep gittiğin kafenin önünde yaşanmış çatışma neyse ki o gün paran yoktu gidemedin. Şükür mü şimdi bu, ölen öldü? Bu sefer teğet geçti diye böyle insafsız bir bakış açısı olur mu?
Neyse ki hâlâ seçimler yapılıyor...
Adil miydi, olacak mı? Seçimler hadi düne kadar vardı, yarın da olacak mı?
Bu asılcılık, tesellicilik, şükürcülük, neysekicilik sen boyun eğ diye var. Sorma, sorgulama, çok da kurcalama diye var.
İşte özel hastaneler skandalı, ölülerimizin niye öldüğünü bile bilmiyoruz artık, önlenebilir her ölüm sosyal cinayettir. Ne çok katil dolaşıyor aramızda.
İki gencecik kadını peş peşe öldürdüler, kafası kesik bir cesetten konuştuk da ne ara döndük işimize gücümüze? Beş gün de terör saldırısında ölenlere yanarız, neyse ki o gün oradan geçmediniz, şükür ki liselilerin çıkış saatine denk gelmedi, ölü sayısı artabilirdi, şehitlik en yüce mertebe tesellisi, hani insanlık nerede, hani toplumsal hafıza, hani sorunun kökten çözümü talebi?
86 milyon insan hepsi birden tesadüfen yaşar mı? Konvansiyonel savaşta mıyız? İşgal altında mıyız? Ölüm bunca farklı cepheden bir halkı zorlar da insanlar nasıl susar?
Kadınlar erkek şiddetinden ölüyor, işçiler iş cinayetinde, çocuklar tarikatlar elinde, çocuk işçiler koca makineler altında, sokakta yürüyen mafya hesaplaşmasının kör kurşununda, depremde herkes ölüyor. Kürtler konuşunca da ölüyor, Ermeniler de. Vuruluyor, kaybediliyor kimi zaman eğitim zayiatı denilip geçiliyor. Ben demiyorum, tarih yazıyor, AİHM kararlarında geçiyor. Çocukları zırhlı araçlar altında kalıyor, sıvasız evlerin evlatları şehit oluyor gencecik yaşlarında. Ne için savaştığını anlayamadan, kimisi daha bir aşk bile yaşamadan silah kuşanıyor, ölüyor. Paran yoksa zorunlu. Savaşa gitmemeyi satın alabiliyorsun. Barışı konuşamıyorsun, barış diye toplandığın mitingde ölüyor insanlar, ağır yaralıların üzerine biber gazı bile sıkılıyor. Barış dedi diye insan tutuklanır mı? Tutuklandılar.
Lanet olsun teröre ve yaşamlarımızı terörize edenlere.
Lanet olsun terörü ikbaline siper etmeye niyetlilere.
Hepimizin yaşamı biricikti, çiçekli bahçeler hak ediyorduk, umutlu yarınlar, iç huzuruyla geçen günler, rahat uykular, taze gıdalar, mutlu tatiller, gelecek planları, rahat bir nefes, haber alma hakkı, hızlı ve sürekli internet, her yurttaşa birer ev, altımızda bir otomobil, dizlerimiz tutarken bir emeklilik ve ikinci bahar, seyahat edebilme özgürlüğü, kültür sanata erişebilme, hakikati hak ediyorduk. Üç tarafı denizlerle çevrili, sahilleri göz alıcı, dağları ayrı güzel, yaylaları doyumsuz, toprağı bereketli, sebzesi lezzetli, meyvesi ballı, ne eksen tutar, ne beslesen gürbüz, kaç farklı dil, lehçe, kültür bizimdi be bizimdi. Bir tık altına bile pazarlığa oturulur mu? Bizim gündelik dertlerimiz olsun, sardunyamız solunca, pilavın dibi tutunca, sevdiğin hırkadan iplik kaçınca, istediğin seansa bilet kalmayınca üzülür insan. Katliamlara üzülmek diye gündelik dert olur mu?
Ölüyoruz. Boyun eğdikçe, tesellilere tutundukça, başkasının acısından kendimize şükürler yarattıkça, asıl acı hangisi diye yarışırken, sıralı sırasız ölüyoruz.
Bu bir yaşam savaşı.
Yalnızca barışta durur ölüm. Barışı korkmadan konuşmalı.
Hiçbir barış, bir tarafın yok olmasıyla kurulmadı. Kürsülerde yalan o bağırdıkları. Tarih öyle bir barış yazmadı. Ya savaşın koşulları ortadan kalkar ya da masaya oturur tarafları. Budur barışın tanımı.
Geri kalan tüm savaş çığırtkanları, koltukları korunsun, cepleri dolsun, alkışları eksilmesin ve sen acılara boyun eğ diye var.
Bizim hayatla barışmamız lazım, ölüm ecel değil bize ve korkularımızın hiçbir faydası olmadı ölülerimize.
Cesaretle barış!
Evrensel'i Takip Et