26 Ekim 2024 04:30

Kaos

Fotoğraflar: AA&Unsplash

Paylaş

Ülkemden İnsan Manzaraları, büyük üstadın 1939 yılında yazmaya başladığı ancak 1960’larda yayımlanabilen şiirsel dev esere bugünlerde o denli ihtiyacımız var ki!

Yenidoğan çocuk mafyası, devletin çok kritik noktasına ilginç bir zamanlama ile saldırı, siyasete bulanmış bir cinayetin vahim macerası var, ülkede ne liman kaldı ne de bir KİT. Avucumuzu açmış para dileniyoruz. Kısacası, ülke basiretle yönetilmiyor, tam bir kaos içinde sürükleniyor. Buralara bir günde gelinmedi, bugünü hazırlayan uzun bir geçmiş var.   

Parti devletine dönüşmüş/dönüştürülmüş ülkemizde, içten başka güçler, dıştan başka güçler, bir koca hayvanı düşürmeye çalışan çakal sürüsünün didiklemesi misali, adeta ülkeyi çökertmeye and içmişler olarak çalışmaktalar. Açık-gizli ajanların yazılmış görevleridir bu! 1974’lerde girilen küresel kapitalist krize tuz biber ekercesine, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 1948 Bretton-Woods kararlarıyla “gelişmekte olan ekonomiler” yaftasının “gelişen piyasalar” (emerging markets) yaftasıyla değiştirilmesi küresel kaosun çevresel ekonomilerde ülkesel kaosa dönüştürülmesine yol açarken, çevresel ekonomilerde de çöküşü hızlandırması mukadderdi. Merkez ağır ağır çökerken çevreye yayılan sermaye çevreyi tırtıklayarak hem kendisini hem de merkezi beslemeye çalışıyordu. Merkezde devlet yapısının geliştirip büyüttüğü sermaye, artık merkeze vefa borcunu ödemeye yönelmiştir. Ne var ki bu yöneliş çevrenin aleyhine olacaktı. Çevrenin merkezi sömürmesi artık Marshall yardımı benzeri resmi kanaldan değil, ekonomik ilişkiler ağında dolaylı yoldan sermaye kanalından gerçekleştiriliyordu. Bu süreçte küresel kaos dinginleştikçe çevresel kaos yoğunlaşacaktı. Nitekim yaşananlar tam da böylesi modern sömürgecilik kaosu olsa gerek!

Sovyetlerin Afganistan işgalinden beri komünizmin güneye sarkması olasılığına karşı merkez kapitalizm adına ABD tarafından geliştirilen sürecin resmi adı Jimmi Carter döneminde başlatılan Yeşil Kuşak idi. Türkiye hem Sovyetlerin güneyinde hemhudut bir ülke hem de bu proje ile komünizmin güneye sarkma ihtimali karşısında güçlü ön kuvvet olarak bu projede fevkalade önemli idi. Cumhuriyet devrimlerini tam olarak özümseyememiş, cehaletini henüz yenememiş, derin cehalet içinde samimi dini duygusunu yitirmiş bir ülke olarak Türkiye bu projenin öncüsü olacaktı. Nitekim uygun bir lider bulundu ve ülke de bu yeme tav oldu. Ülke içinde halkın lideri olarak seçilip yetiştirilen sahte dindarlar belki de samimi fakat bilinçsiz olarak hizmete koşuldular.

Fakat işin gayriresmi düzeyden resmi siyaset düzeyine yükseltilmesi gerekiyordu, üstelik de hem küresel hem de ülkesel koşullar bu amaca fevkalade uygundu. Türkiye derin bir ekonomik krizle Batı’nın yardımına muhtaçtı, siyasi kadro yerlerde sürükleniyordu. İşte böylesi uygun ortamda ülke uygun bir ekonomik plan ve uygun bir siyasi kadro ile teçhiz edilmeliydi. 2000 IMF-Derviş programı ve hemen onu izleyen dönemde 2002 seçimleri! Her kapıyı açan para niçin Ortadoğu’da İsrail yandaşı yaratmasın ki, niçin ayrılıkçı Kürt sorunu yaratılarak sınırlar yeniden çizilmesin ki, niçin Kıbrıs tek devlet halinde AB’ye dahil edilmesin ki ve niçin komünizmi erittikten sonra Batı’nı ikinci korkusu olan koskoca İslam dünyası felsefesinden soyutlanarak şekli kalıba dökülüp potansiyel tehlike olmaktan çıkarılmasın ki!

Genel hatlarıyla çizilen projenin içten de “Yetmez ama evet” destekçileri ile desteklendiğinde işler iyi gidiyordu. AB ile iki lider anlaşma imzalayıp, imzaladıkları dolma kalemi hatıra olarak ceplerine koyuyorlardı. IMF’nin küresel sermayeye garanti verdiği iç piyasa da giren yabancı sermaye ile havalanıyor, işler yolunda gidiyordu. Allah’ım, bu nasıl bir gaflettir böyle, sahte aydınıyla saf cahiliyle kalkınmamış bir ülke halkını kandırmak bu kadar mı kolay oluyor! Evet, oluyor; felsefeden yoksun, gerçek aydınını yetiştirememiş bir ülkeyi kandırmak bu kadar kolay olur! Tarih bunu, “Yetmez ama evet”çi sahte aydını ve saf cahili ile böyle kaydedecektir.

Sistem çalışıyordu, ülke yap-işlet-devret ve kamu-özel ortaklığı ile soygun cenderesine sokuluyordu. Bu süreç öylesine aldatmaca idi ki ilk dönemlerde “Bütçeden bir kuruş dahi çıkmıyor” diye haykıran siyasetçiler, fatura önümüze koyulunca suspus oluyorlardı. Evet, bir güdümlü yönetici vefat etmiş fakat aldatılanlar işbaşında idi! Ülke sürükleniyordu. Ama sahte meşguliyetler ve neşe kaynaklarını üretmede oldukça velut halkımızın neşesini hiçbir şey bozamazdı. Anlaşılan bozmadı da!

Profesör Daron Acemoğlu, babası İstanbul Üniversitesinde hukuk profesörü olan bir Türk insanıdır. Hocanın Nobel hikayesi Türkiye’yi bayağı bir heyecanlandırdı. İşler o raddeye geldi ki her durumdan pay çıkarmaya çalışan iktidar yanlıları akla ziyan bir görüş ortaya attılar ve her alanda Türkiye’yi uçuran AKP’nin, 22 yıllık döneminde üç adet Nobel Ödülü sahibi çıkararak ilim ve Nobel alanında da ülkeyi uçurduğunu akla ziyan zeka eseri olarak ileri sürdüler. Her konuda olduğu gibi, siyaseti yönetmede de AKP’nin üzerine yoktu, zira çizilen rol sahneleniyordu. AKP’nin iktidara gelirken kullandığı dindar ve kindar sözcüklerini kimlerin öğrettiği üzerine doktora tezi yazılabilir. Bu sözcük dizesi ülkeyi böler; bölündük mü? Evet, maalesef bölündük. Dindar sözcüğü de acaba geçmişin “yeşil kuşak” ifadesi yerine getirilen “ılımlı İslam” ifadesi olabilir mi? Yani, Batı toplumunu İslam toplumunda ayırmak ve İslam’ı felsefeden soyutlayıp, sırf şekle dönüştürerek özünü tarihe gömmek olabilir mi?  

Felsefesi olmayan bir topluluk yığını siyaseti anlayamayacağı gibi, Nobel’i de anlamaz, Nobel adaylarını da anlayamaz. Böylesi kör bir toplum ancak insanın milliyetçi kökeni ile körü körüne ilgilenir. İstisnaları tarih sahnesinde çok nadir görülebilecek büyük dahiler hariç, insanlar oldukça eşit doğar, dünyaya gözlerini açtıktan sonra toplumun onlara sunduğu olanaklarla gelişir, toplumsal koşula göre gelişirken aynı zamanda da farklılaş(tırıl)abilir. Hal böyle olunca, nadir dahiler hariç, insanların dünya çapında gelişip farklılaşmaları onlara sağlanan olanaklarla olasıdır. Şimdi, hemen soralım, bilim alanındaki Nobel Ödüllü vatandaşlarımızdan biri hariç her ikisi de kendi alanlarında yurt dışında kendilerine sağlanan olanaklarla bu mevkilere gelmediler mi? Sözün özü şudur ki iki bilim insanını Türkiye yetiştirmedi, kendilerine konforlu çalışma alanı sağlayan bir yabancı ülke yetiştirdi. Kısacası, Nobel bireylere verilmedi, o bireylerin çalışma ortamının ürettiği ürüne verildi. Bir hatırlayalım, doktorlarımız sokak serserileri tarafından darp edilirken, kıtlık düzeyinde ücret alırken hükümeti yanlarında göremedikleri gibi, tam tersi, gitmek isteyen gitsin diye bir siyasiye yakışmayacak düzeyde fevkalade düzeysiz laflara da muhatap olmadılar mı? İşte ülke siyaseti ve halkımızdan manzaralar!

AKP’nin bilime olan saygısına gelince, bırakın Nobel adayları üretmek, Alman hocaların geleneklerine uygun olarak kurulmuş ve zamanla geliştirilmiş üniversite olgusunu batırmak olmuştur. 1982 YÖK başlangıcından itibaren çürüyen üniversite olgusu ve yapısı AKP döneminde siyasetin arka bahçesine dönüştürülmüştür. Şeytanlıkta kimsenin eline su dökemediği AKP kurnazlığı, tüm kamu kurumlarını yaptığı gibi, akademiyi de toplumsal bilimin ilerlemesi adına değil, bir yandan geçmiş kinini kusmak üzere hınç beslediği büyük üniversitelere fidelik oluşturarak çökertmeye, diğer yandan da yerel üniversitelerde dörder yıllık sözde eğitimden geçirdiği mezunları parti adayı üniversite mezunu AKP’li olarak parlamentoya sokma projesine yönelmiştir. Bu iki düzenbazlığı da içine yediremeyen gençlerimiz, tarihin en büyük beyin göçünü oluşturarak yurt dışına kapağı atmaya çalışmaktadır.

Umalım, bu derin kaostan kurtuluruz ama nasıl!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa