02 Kasım 2024 04:47

Bi'şey

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Uluslararası düzeyde hazırlanmış birçok “Protesto hakkı ve protesto yöntemleri” kılavuzu var. Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’nden tutun da AB yasalarına kadar birçok farklı kaynaktan besleniyor, en geniş hukuk sözleşmelerini baz alıyor, hem yurttaşın hakkını hem de kolluk kuvveti sınırlarını çiziyorlar.

Geneli protestoların amacını; toplumun tepki gösterdiği konuda bir kazanım elde etmek, ses çıkarılan konunun daha geniş kitleye ulaşmasını sağlamak ve insanların bir arada olma ihtiyacını karşılamak gibi maddelerle tanımlıyor.

İletişim dalının temel ilkeleri de şöyle sıralanıyor:

1. Kaynak
2. Mesaj 
3. Kanal 
4. Alıcı (Hedef) 
5. Geri bildirim 
6. Kodlama-Kod açma 
7. Algılama ve Değerlendirme (Filtre) 
8. Gürültü 

Kaynak, mesajı bir kanal vasıtasıyla hedefindeki alıcıya iletir, bunu yaparken alıcının anlayabileceği hale getirmesine kodlama, alıcının mesajı anlamasına kod açma denir. Geri bildirim alıcının mesaja verdiği yanıt, algılama ve değerlendirme de etrafta gelişenlerin iletişime etkisidir.

Gürültü ise iletişimin gerçekleşmesini engelleyen her türlü durumdur.

Burası iletişime ilk giriş, derse kapıyı aralama kısmı.

Protesto kılavuzlarına baktığınızda ya hıçkırarak ağlar ya da kahkahayla gülersiniz.

Durumumuz o kadar sinir bozucu.

Basın açıklamasına izin alamamak, dünyada yapılan evrensel anma ve yürüyüşlerin bile yasaklanması, protestoyu izleyen basın mensuplarının ters kelepçe ile gözaltına alınması, herhangi bir etkinlik için başvuru yapıldığında yoldan geçen kimsenin şahit olamayacağı, dolgu sahillerdeki devasa ve izole alanların işaret edilmesi, kolluğun orantısız güç kullanması, eylemlerde binlerce kişinin attığı sloganlar yüzünden üç-beş kişinin yargılanabilmesi gibi kılavuzu yazanlara kalp krizi geçirtecek şeyler yaşıyoruz.

Protesto hakkı o kadar “tu-kaka” hale getirildi ki hakkı kullanmaya çalışırken bu hakkı ne amaçla kullandığımız üzerine kafa yormayı bıraktık gibi geliyor.

İletişimi, protestoyu hatta propagandayı bile kavram olarak bir kenara bırakalım, hayatta her an bir amaç için adım atarız. 

Eve gelirken markete uğradığımızda akşam yemeği hazırlamak gibi bir amacımız vardır. Birine telefon açtığımızda söylemek istediğimiz bir söz, iletmek istediğimiz bir mesaj vardır, karşımızda seçilmiş bir alıcı vardır.

Başımıza kötü bir iş geldiğinde, bir refleks gibi imdat diye bağırmamızın bile olabildiğince çok kişinin duymasını ve yardıma koşmasını sağlamak gibi öğretilmiş bir amacı vardır.

Kendimize hiç soruyor muyuz bazı protesto şekillerinde: Amacımız ne?

Mesela ortak bir metne imza toplamak 2024 Türkiye’sinde neye hizmet ediyor bir düşünelim. Meslek grupları ya da sivil inisiyatifler arasında metin dolaşıp imza toplandığında, metni dikkatle okuyanlar genelde sadece metne imza atanlar oluyor. Basına yansıması “145 aydın...”, “250 yazar...” haydi bilemediniz “3 bin 500 yurttaşın imzasıyla...” şeklinde.

Hangi basına yansıması peki? Bu imzaları verenlerin takip ettiği ve onları takip eden basına. Ne de olsa haberciyiz deyip öyle yandaş medya ana haberlerinde vs. kimseler konuşmuyor bu konuyu.

O imzalanan metin onaylanana kadar yüz tur güncelleniyor, herkesi memnun edecek hale gelene kadar herkes yorumunu iletiyor. Aman noktalı virgülü bile yanlış yere koymayalım, metin şıkır şıkır olsun.

Birileri onca imzayı topluyor, notluyor, alfabetik sıralıyor. Tashihi, ilavesi, son dakika haberi olanı vs. az iş değil.

Sonra da basına servisi...

Ne değişiyor? Ne fark ediyor? İletişimin alıcısı kim? Bu mesaj kime gidiyor? Muhatap boşlukta, iktidar kimseyi bu şekilde muhatap kabul ediyor mu? Bir geri bildirimi oluyor mu? Yalnızca imza ile kazanılan herhangi bir zafer var mı? Bilinirliği artıralım amacındayız diyelim; e onda da aynı hedef kitle içindeyiz, zaten konuyu bilenler arasında yayılabilen bir haber. Kitle genişleyemiyor ki?

Tarihe en azından bir not düşmüş olalım amacında mıyız? O zaman da demezler mi bu tarih hangi bir olayda hangi birinizin imzasını yazsın, arşiv taştı, data dağ oldu?

Amaç “En azından biz imzacıların tavrı net olsun” ise; dost acı söyler, kimsenin adı da tavrı da öyle kendi sandığı kadar elzem, önemli ve tarihi değil maalesef şu yangın yerinde. Kendini önemli hissetmek için yapan varsa aynaya bakıp kendi yüzüne söylese daha direkt bir iletişim olur kendi kendisiyle.

Basın açıklamalarına bakalım. Neden yapıyoruz? Basına ortak imzalı metin göndermek yerine bir araya gelip, basını karşımıza alıp, bir iki de slogan atıp mesaj iletmek istiyoruz.

150-200 kişiyi pek geçmiyor, en kitleseli 3-5 bin.

Gerçekten orada basına okunan metnin, dinleyen birini etkilediğini düşünüyor muyuz? Bunu basından izleyen muhatabın “Çok etkili bir basın açıklaması, hemen harekete geçip bu talepleri karşılamalıyım” diye düşündürtüyor muyuz? Basın açıklaması davetine icabet eden hep aynı basın, alıcı hedef kitleyi genişletebiliyor muyuz? 150 kişinin attığı sloganla kime nasıl bir mesaj veriyoruz, o sloganın gerçeklikte karşılığı var mı? Yoldan geçen insan bu açıklamayı ve kitleyi görüp katılmak ister mi? Amacımız ne?

Mitinglerin amacı bir arada olmanın ötesine gidebiliyor mu? Katılan insanların motivasyonu düşünerek mi planlanıyor? Kürsüye çıkıp konuşanların sayısı arttıkça metinlerin aynılığı ve tekrarın yoruculuğu gözetiliyor mu? Mitinglerin kapasitesi alıcıya mesajı iletmeye yetiyor mu?

Yeniden birkaç milyon insanı bir araya getirebilme amacı ortaya konsa mitingin kapsamı, içeriği ne olurdu?

İşçi direnişlerine bakalım, nasıl kazanıyorlar? İşi bırakarak, fabrikayı durdurarak, sermayenin adını, marka değerini tehdit eden bir güce dönüşerek, zarar ettirme kudretiyle, seslerini sınıfın ötesine sanatçılara, yazarlara, iktidara, muhalefete duyurup kendi fabrika çemberlerinin çok dışına taşıyarak. Her tuşa aynı anda basmayı ve kazanana kadar sürdürülebilir eylem planlamayı başararak. Greve gidiliyor, yürüyüş yapılıyor, davullar çalınıyor, sosyal medyada videolar dönüyor, muhataplar isim isim ortaya dökülüyor, yurt dışına yabancı dille kampanya genişletiliyor, üreticinin mal sattığı alıcılar haberdar ediliyor, son müşterinin tepki konması sağlanıyor ve daha neler neler.

Şimdi belediyelere kayyım tehlikesi konuşulurken, baskının nereye varabileceğinin dehşeti herkesi sarmışken, eğer konu sosyal medyaya hapsolursa aynı döngü yeniden yaşanacak.

Geçmiş hak gaspları üzerinden “Sarı öküzü vermeyecektiniz” sitemleri, farklı açıklamalar içinden cımbızlanan cümleler üzerine eleştiriler, orada öyle dedin burada böyle dedin hesaplaşmaları, kim katıldı kim katılmadı polemikleri, konuyu şu bağlamda mı konuşmalı bu bağlamda mı konuşmalı tartışmaları, üç gün sonra yaşanacak yeni bir vahşet, dram ya da hak gasbı üzerine ilgide düşüş ve dibe doğru hızlı bir kayma daha. 

Halk bilindik protesto yöntemlerine çağrıldığında bir süre sonra “Mücadele yorgunluğu” ve karşılıksızlık üzerinden motivasyon düşüklüğü, katılım azalması ve yine yeniden merhaba toplumsal yılgınlık.

O zaman doğru soruları sorarak mı bir plan yapmalı?

Muhatap (alıcı) kim ya da kimler, amacımız ne, mesajımız ne, yolumuz nasıl olacak ve hangi yöntem kitleselleştirir bu tepkiyi?

Ezberlediği şiiri, her fırsatta boyun damarlarını ortaya çıkara çıkara okuyan müsamere çocuğu gibi hissetsem de bir kez daha yazmak istedim:

İktidarın beklenmedik tüm çıkışlarına alıştık da beklenmedik bir çıkışı neden başaramıyor bu ülkede siyasi ve toplumsal muhalefet?

Söylemde, eylemde, tavırda bambaşka bir şey lazım bize, insanların içini soğutacak, ‘İşte bu!” dedirtecek, koltuğundan kaldıracak, harekete geçirecek, muktedire yanlış tahtaya bastığını gösterecek, herkesi bir araya getirecek, değişimin neye benzediğini tam anlamıyla gösterebilecek, ezber dışı, hukuk içi, çok haklı, çok güzel, çok coşturan, denenmemiş bir şey...

Doğru soruyu sorunca bir çaresi elbette bulunur. Yoksa yenildiğimiz şeylerden biri de vizyonu ortada bir Fahrettin olur.

Gürültümüzde boğulmadığımız yaratıcı düşüncelerle dolu bir cumartesi dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa