11 Kasım 2024 04:44

Kaz Dağları kardeşliği...

Kazdağları'nda Cengiz Holdinge karşı miting

Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel

Paylaş

Sabah henüz gün doğmamışken İzmir’den yola düşüp öğle vakti ancak gelebildik Kaz Dağı’na. Bayramiç’in içinden geçen yoldan kuzey yönünde 15-20 kilometre ilerledikten sonra Hacıbekirler köyünü gösteren tabeladan sağa sapmıştık ki elinde “Kaz Dağı'nda maden istemiyoruz” yazılı dövizle bir kadın kesti yolumuzu. Bizim önümüzdeki araçla bir şeyler konuştuktan sonra bize yöneldi ve “Eyleme mi geldiniz?” diye sordu. “Evet” yanıtı üzerine “Lütfen geri dönüp ana yola çıkın. Sağ yönde yaklaşık 1-1.5 km ilerledikten sonra kilit taşlı yoldan ormanın içine girin. İlerleyince zaten görürsünüz kalabalığı” dedi.

Dediklerini harfiyen yaptık. Kilit taşlı yol üzerinde bekleyen jandarma ilginç bir şekilde hiç durdurmadan, ‘geçin’ işareti yaptı. 

Yüksek çam ormanları arasında, yeni kilit taşı döşendiği belli olan geniş, düzgün yolda ilerledikçe önümüzde yolun sağına soluna park etmiş minibüsler, otobüsler, midibüsler, otomobiller çıkmaya başladı. Yüzlerce araç vardı yolun iki yanında. Bu araçların bittiği yere, yolun yokuş yukarı çıktığı sapağa kadar geldik. 

Buradan ötesinde madenin giriş kapısı ve tesisleri vardı. Hemen önümüzde duran bir otobüsten inen tepeden tırnağa silahlı, mavi bereli komandolar düzenli bir yürüyüş kolu oluşturarak maden kapısına doğru yürüdüler. Demir kapının arkasında maden özel güvenlikleri tanınmamak için boyunlarını sardıkları bereleri gözlerinin altına kadar çekmişler, tek sıra halinde dizilmişlerdi. Onların hemen arkasında üzerinde jandarma yazan bir TOMA aracı park etmiş, motoru çalışır vaziyette bekliyordu. Mavi bereli komandolar onların da gerisine, ormanın kuytuluğuna yönelip görünmez oldular. 

Aracımızı bırakıp, herkesin gittiği yöne, maden tesislerine giden yolun tam karşısındaki ormanın içine doğru yürümeye başladık.

Öğle güneşi çamların gölgelediği toprak yolda bir görünüp bir kayboluyordu. Serince bir rüzgar çam dallarının içinden ıslık çalarak esiyordu. Çam ağaçlarının seyrekleştiği yerlerde rüzgarın ıslıkları uğultuya dönüşüyor, ormanın derinlerinden gelen bu sesler ikişerli üçerli dağınık gruplar halinde yürüyenleri ürpertiyordu.

On dakika kadar yürüdükten sonra biraz da boynumdaki ağır fotoğraf makinesinden, içinde tripot, mikrofon, gimbal ve envai çeşit kablonun, pilin bulunduğu sırt çantamın ağırlığından olsa gerek terlemeye başladım. Önüm sıra onlarca insan dar toprak yolda ikişerli üçerli dağınık gruplar halinde ormanın derinliklerine doğru yürüyor, arkamdan da yine ona keza onlarca kişi geliyordu. Onların yolunu tıkamamak için kenara çekilip sırt çantamı ayaklarımın dibine koydum. Üzerimdeki rüzgarlığı çıkarmak istiyor, daha fazla terlemeden vücudumun biraz olsun nefes almasını sağlamaya çalışıyordum. Yoksa, serince esen kasım rüzgarının insanı fena çarpacağını bilecek kadar yaş almıştım. 

Ben kenarda giysilerimle uğraşırken merakla yüzüme bakan ihtiyar bir adama başımla çamların arasından ışıyan güneşi işaret ettim; "Sıcak oldu, ter bastı" dedim. O da en az benim kadar yorulmuştu anlaşılan, sanki bu sözleri beklermiş gibi zınk diye durdu önümde. Terden yüzü ışılıyordu. Elini beline atıp doğruldu. Kahverengi kasketinin siperliğini kaldırıp geniş anlında biriken terleri sildi. Hafif bükülmüş belini doğrultup derin bir offf sesiyle soluğunu bıraktı.

Yanı başımda, daha bir dakika önce varlığından bile haberdar olmadığı biriyle değil de sanki kadim bir ahbabıyla yaptığı yürüyüşte kısa bir mola vermiş gibi dikilmişti. Rüzgarlığı sırt çantama yerleştirmemi seyrederken, eskiden bu mevsimde bu orman yollarında karlara bata çıka yürümenin imkansız olduğunu söyledi. Laf böyle başladı ve kısa zamanda kırk yıllık tanış gibi olduk Hacıbekirler köyünden yaşlıca amcayla.

KESMİŞLER ÇAMLARIMIZI, ÇOCUKLARIMIZI 

Köylü kasketinin gölgesi çipil mavi gözlerine vuruyor, ilerleyen yaşının her bir yılının izlerini taşıyan yüzündeki kırışıklarla tezat capcanlı, masmavi ama bin hüzün yüklü bakışları bir bana, bir benim arkamdaki kesilip birbiri üzerine devrili çamlara bakıyordu.

“Biz 40-50 yıl kadar önce, bu orman günlerce cayır cayır yanarken alevlerin ataşı elimizi yüzümüzü yaka yaka ormanı söndürmeye geldik” dedi. Onu ilgiyle dinlediğimi görünce devam etti; “Yangınlardan sora ellerimizle diktikti, suladıktı bu çamları. Gölgesinde keçi otlattık, göbelek topladık, keyif çattık. Allah affetsin, delikanlıyken, başımızda kavak yelleri şu çamlar arasında gezen rüzgar gibi eserken sırtımızı gövdesine dayayıp az şarap içmedikti. Bu çamlarla büyüdük biz de. Evlendik, çamlar büyüdü. Çocuklarımızı dalımıza atıp getirdik ormana, onları çam dallarına kurduğumuz salıncaklarda salladık, nenniledik, uyuttuk. Her biri çocuklarımız gibiydi. Şimdi bak, bak bak!... Kesmişler çocuklarımızı, çamlarımızı, canlarımızı..."  

Gözünde biriken yaşları göstermemek için yönünü öte yana döndü. Elini dizine vurdu üst üste üç kere ve acele acele yürüdü yokuş yukarı. Arkasından bakıp uzaklaşmasını seyrettim bir zaman. Her Anadolu erkeği gibi ağladığını gizlemeye çalışan bu yaşlı adamın mahremini bozmak, onu utandırmak istemedim. 

AHHH ERDOĞAN AHH! 

Tam o sırada, aşağıdan yürüyüp gelen kalabalığın içinden, iki eline her biri bilek kalınlığında iki söğüt dalı almış ormanın içinde söylene söylene yürüyen yaşlı kadını gördüm. Üzerinde uzun kollu bir süveter, ayağında rahat yürümesini sağlayan pembe, mor çiçek desenleriyle bezeli bir şalvar vardı. 

“Ahh Erdoğan, Allah seni ne yapsın bilmem ki?” diye kızgınlıkla ilenen yaşlı kadın etrafında kendisini cep telefonu ile çekenlere aldırmadan devam etti; 

“Bize bunu da mı yapacaktın, hııı? Ahhh Erdoğan ahh! Yıllardan beri sana oy verdik, gel şimdi temizle yaptığını. Nereye gitsek ‘Bizim yapacak bir şeyimiz yok, emir en tepeden’ diyorlar. Herkes topu sana atıyor. Hadi gel temize çıkar kendini. Bu yaşta bizi yollara döktün. Arafat Dağı’na çıkar gibi çıkıyoruz Kaz Dağı’nı, bak. Ben astım hastasıyım. Bacaklarımda platin var, belimde platin var. Suyumuzu havamızı, Türkmen Dağı’mızı korumaya geldik, taa Balıkesir Gökçealan’dan. Çam ağaçlarının altında, gölgesinde ölmek için geldik. Ahhh Erdoğan ahh!”

Yanımdan geçerken bir solukluk durakladı. Tombul yanakları kırmızı kırmızı olmuş, beyaz teni hafif terden nemlenmişti. Ela gözleri kemerli burnunun üzerinde fıldır fıldır dönüyordu. 

Gözlerimin içine baktı bir süre. Sanki benimle konuşuyormuş gibi söylenmeye devam ederken değneklere abanıp yürüyüşünü sürdürdü. 

“Seni gidi başbakan seni! Herkes topu sana atıyor. Gel kurtar kendini, vebal altında kalma. Satıyorlar her şeyi dediklerinde inanmadıktı. Bittin sen! Gel de şimdi bunlara cevap ver. İftira, dedikodu de. Yerimizden yurdumuzdan olacağız bu yaşta. Sen para kazanacan diye bu millete yazık değil mi? Nereden odun yapacağız, nereden göbelek toplayacağız? Nerede yaşayacak ormanın tilkisi, tavşanı, sincabı. Affedersin domuzu ne bulsun da ne yesin? Yazık, günah!...”

Fotoğraf makinemi boynuma asıp, çantamı sırtlayana kadar benden epeyce uzaklaşan teyzenin arkasından seğirttim. Biraz sonra, yüzlerce insanın doldurduğu açıklık alandaki eylemde tekrar görüp bu sefer mikrofon uzattım sözlerine. Yürürken söylediklerine benzer sözler söyledi, adının Habibe Dirlik olduğunu öğrendiğim kadın. 

“Biz görmedik altın madenini inşallah çocuklarımız da görmez. Altın ne işe yarar, su, ekmek olmazsa. Su bulamayacaklar haberleri yok. Yiyecek lokma bulamayacaklar. Pandemi de altın var mı diye kuyumculara mı gitti millet? Bakkala fırına gitti ekmek var mı, su var mı diye?

Ahhh Erdoğan ahh!.. " 

AĞAÇLARI KATLEDİLEN BİR ORMANDA YEŞEREN KARDEŞLİK 

Birkaç gün içinde binlerce çam ağacının kesildiği ormanlık alan daha şimdiden kelleşmişti. İşte tam da bu katliam yerinde toplandı yüzlerce kişi. 

Kimler yoktu ki; Akbelen’den gelen direnişçi kadınlar ve en önlerinde yürüyen Muhtarları Nejla Işık. Hemen yanı başında Deştin Çimento Fabrikasına karşı direnenler, yine Muğla’dan milli park içinde, denizin kıyısına yapılan Sinpaş’ın çirkinliğine karşı mücadele edenler...

İzmir’den gelenler geç kalmış olmanın telaşı ile öndeki yürüyenlere yetişmeye çalışıyorlardı. Kaz Dağı’nın yanından yöresinden gelen birçok çevre örgütünden tanıdık yüzler vardı. Ayvalık’tan. Altınoluk’tan, Çan’dan, Biga’dan, Çanakkale merkezden...

Meslek örgütlerinden Ziraat Münendisleri Odası, Türkiye Ormancılar Derneği, TTB, Türk Toraks Derneği, Çanakkale Barosu, Yörük Türkmenler Derneği eyleme katılıp benim görebildiğim kurumlar arasındaydı.

Siyasi partilerden de epey gelen olduğu anlaşılıyordu. CHP ve DEM parti milletvekillerinin yanı sıra EMEP Genel Başkanı Yardımcısı Selma Gürkan da üst düzeyde katılım sağlayan parti yöneticilerinden birisiydi. 

Konuşma kürsüsü yapılan traktör römorkunun üzerinde ülkenin dört bir yanından gelen doğa savunucuları söz aldı, ortak mücadele, sermayeye karşı doğayı korumanın önemine dikkat çeken konuşmalar yaptılar. Köylüler söz alıp canlarının nasıl yandığından yakındılar, herkesi Kaz Dağı’na sahip çıkmaya çağırdılar.

Öğleyin başlayan eylem, kesilmiş çamların yanı başında, adeta onlara bir saygı duruşu gibi yapılan yürüyüşten sonra maden tesislerinin önündeki basın açıklaması ile sona erdi. Açıklamada madeni işletmek isteyen Cengiz'in ne vatan hainliği kaldı, ne İngiliz sermayesi için yaptığı uşaklık!

Kaz Dağı’nda kesilen ağaçlar ülkenin dört bir yanından gelenleri buluşturmuştu. 

Düne kadar birbirine kuşkuyla bakanlar omuz omuza aynı sloganları atıyorlardı şimdi. “Defol Cengiz defol kayyım!” 

İktidarın doğaya zulmü herkesi canı yanmış, ağaçları kesilmiş bir ormanda, kardeşçesine birleştirdi. Kaz Dağı’nı da ülkeyi de kurtarırsa bu kardeşlik kurtaracak... 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa