İki güncel rapor eşliğinde Kürt meselesini tartışmaya devam
Fotoğraf: MA
Savaş, demokrasi, totalitarizm ve tarih felsefesine dair kitaplarıyla tanıdığımız Fransız Sosyolog ve Entelektüel Raymond Aron (1905-1983), bugün çatışma çözümlerine dair literatürde daha sık kullanılan, “negatif barış” kavramını, uzun ya da kısa vadede şiddete dayalı mücadelenin ertelenmesi bağlamında kullanmıştı.
Bir savaşın sona ermesi için hegemon bir güç tarafından dayatılan barış anlaşmaları Latince “pax” ifadesiyle ilişkilendirilerek, on dokuzuncu yüzyılda, dönemin hegemon gücüne atıfla Britanya Barışı (Pax Britanica) ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni yükselen güce işaretle Amerikan barışı (Pax Americana) bağlamında kullanıldı.
Norveçli barış araştırmalarının öncüsü Johan Galtung ise, barışı ‘negatif barış’ ve ‘pozitif barış’ olarak ikiye ayırırken, pozitif barışın, eşitlik ve sosyal adaleti de içermesi gerektiğine vurgu yaptı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından çatışma çözümleri literatürünün daha da genişlediğini ifade ederek iki güncel raporla devam edelim.
ÇÖZÜMÜ ÇÖZÜMSÜZLÜKTE ARAMAK
Dr. Güneş Daşlı tarafından, ‘Otoriter Çatışma Yönetimi açısından 2015 sonrası değişen dinamikleriyle Kürt sorununa bakmak’ başlığıyla kaleme alınan raporda, şu vurgu yapılıyor: “1990’lardaki demokrasi, insan hakları ve hukuk devletini önceliklendiren, Norveç gibi Batı ülkelerinin dahil olduğu ve BM’nin (Birleşmiş Milletler) öncülüğündeki liberal barış çözümü modellerinden liberal olmayan bir modele doğru geçişe tanık oluyoruz. Sri Lanka ve Myanmar gibi ülkeler bu geçişin mihenk taşlarıydı. Literatürde liberal olmayan barış (illiberal peace) olarak adlandırılan bu projeler, demokrasinin inşası yerine hükümetlerin gücünü ve istikrarını önceliklendiren ve yeri geldiğinde yolsuzluk ve şeffaf olmayan yöntemleri uygulamaktan çekinmeyen girişimler olarak karakterize ediliyor.”
Raporda, ayrıca, “Liberal barıştan liberal olmayan barışa bu keskin yönelim, Türkiye için de dikkat kesilmesi gereken kritik bir global değişimi işaret ediyor.” tespitine yer verilerek, OÇY (Otoriter Çatışma Yönetimi, [Authoritarian Conflict Management, ACM]) kavramının AKP hükümetinin 2015 sonrası politikalarını ayrıntılı bir şekilde anlamak için önemli bir çerçeve sunduğu dile getiriliyor.
AKP’nin Kürt sorunu karşısında 2015’ten sonraki pratikleri Daşlı’nın raporunda da işaret ettiği gibidir. Ancak, henüz bu literatür kullanılmaya başlanmadan önce, Türkiye’de cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen Kürt isyanlarının tümü açısından bu baskı pratiklerine tanık olduğumuzu hatırlatalım.
Siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatürüne dair kuramsal çalışmalar da, içinde doğduğu dünyanın güç ilişkileri zemininde şekilleniyor. Sosyalizmin baskısından kurtulmuş ve bütün özgürlük alanının liberalizmin ebediliğinin ilan edildiği bir dünyanın sınırları içinde oluşturulan çatışma çözümü kuramları da bu sınırlardan etkilendi.
Öte yandan, Türkiye’de tüm baskı pratiklerine rağmen, Özal, Demirel, Erdoğan gibi son 35 yılın tüm sağcı liderlerinin Kürt realitesini tanımaya vurgu yapmak durumunda kalmaları, Kürt meselesinin önce bölgesel sonra küresel bir gerçeklik haline gelmiş olmasının kaçınılmaz sonucuydu. Dolayısıyla ‘Otoriter Çatışma Yönetimi’ bir yandan yeni kayyım pratikleriyle sürerken diğer yandan da bölgesel gelişmeler başta olmak üzere bir dizi nedenle başka arayışların sondajı yapılarak, nihai çözümden uzak olduklarını kendi pratikleriyle ikrar ettikleri bir tabloyla karşı karşıyayız.
ÇETİN BİR YOL OLARAK BARIŞ
Buradan, Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik tarafından kaleme alınan ve Barış Vakfı tarafından yayımlanan ‘Kürt sorunu için bütünlükçü barış yöntemi’ başlıklı rapora geçelim.
“Barış yapmanın birçok yöntemi vardır; müzakere bunlardan sadece biridir. Müzakerede temel amaç çatışmaya neden olmuş sorunları çözülmesi yani tarafların ihtiyaçlarını karşılayacak modeller üretmektir” denilen raporda, müzakerenin üç aşaması sıralandıktan sonra, şu veriyi paylaşıyor: “Uluslararası Kriz Davranışı (ICB) verilerine göre5 1918-2001 arasındaki 434 uluslararası krizin 128’inde (yani krizlerin yüzde 30’unda) ara bulucular devreye girmiştir. Başka bir veriye göre 1940-1992 arası iç savaşların müzakere yöntemi ile başarılı sonuçlanma oranı yüzde 62’dir.”
Barışın inişli çıkışlı, zor bir süreç olduğuna vurgu yapılan raporda, “Guatemala’da tarafların konuşmaya başlaması ve anlaşmaya varması arasındaki süre 10 yıl. Sudan’da 11 yıl. Her iki örnekte de tarafların ‘Geri dönülemez/dönemeyeceğimiz noktadayız’ demesi bu sürecin son birkaç ayına denk düşer.” deniliyor.
Rapordaki şu vurgu ise, müzakerenin temel aktörleri gibi görülen kesimler dışında, barış mücadelesi verenlerin ya da barışa ihtiyacı olanların rolü bakımından özel bir önem taşıyor: “Barış, ulaşılmak istenilen bir yer olsa da aslında aynı zamanda o yolda yürünen süreçtir de.”
Siz bu yazıyı okuduğunuzda, belki güne yeni kayyım atamalarıyla uyanmış olabiliriz. Bu adımlar, barışın asıl sahipleri olan halkların mücadelesinin önemini bir kez daha ortaya koyuyor.
GERİLİM DOLU BİR ‘İÇ CEPHE’ KİME NE VADEDEBİLİR?
DEM Parti’nin yeni bir sürecin önünün açılması için ‘yol temizliği’ olarak önerdiği demokratik bazı adımlar talebine iktidar, kendi ajandasındaki başka bir ‘yol temizliği’ ile yanıt veriyor.
DEM Parti ve oylarıyla destekleyen Kürtler açısından seçme ve seçilme hakkının ilgasına dönüşen bir kayyım pratiği, Türk halkına, gerilim, endişe ve artan savaş harcamalarıyla ekmeğinin her gün biraz daha küçülmesinden başka nasıl bir ‘iç cephe’ vadedebilir?
DEM Parti tabanıyla kent uzlaşısı formülüyle seçilen CHP Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in tutuklanıp, belediyeye kayyım atanması ise, o iç cephenin CHP’ye oy verenler açısından da yenilir yutulur bir şey olmadığının teyidi oldu. Peş peşe gelen Kürtçe konser iptallerini de bu tabloya ekleyin.
İktidarın, yürümek istediği yolu stabilize etmenin kolay yöntemi olarak kullandığı bu politika, daha önce aynı uygulamalara imza atan başka iktidarlar gibi onun için de bir bumerang etkisiyle yolun sonunu getirebilir.
Unutulmasın ki, bu yöntem iktidara kazandırsaydı, son on yıldır oy kaybederek ikinci parti durumuna düşmezdi. İktidarın ekonomi politikasının emekçi halk kesimleri üzerindeki yıkıcı etkisinin bu tür yöntemlerle örtülemediği de görüldü.
- 'Çöle çevirdikleri yere barış geldiğini söylüyorlar' 06 Kasım 2024 05:33
- Bir siyaset olarak 'terörle mücadele' 04 Kasım 2024 07:07
- Erdoğan’ın Mevlana vurgusunun hikmeti ne olabilir? 31 Ekim 2024 08:07
- Mayınlı bir süreç 28 Ekim 2024 05:10
- Yenidoğan çetesi: Çürümenin ekonomi politiği 21 Ekim 2024 05:00
- Barışa kapı açmak mı, süreci yönetmek mi? 14 Ekim 2024 05:00
- ‘Yerli ve milli muhalefet’ tuzağı 07 Ekim 2024 05:13
- Bu sadece bir İsrail savaşı değil 30 Eylül 2024 05:00
- Savaş satanların yarışında söz sahibi olmak... 23 Eylül 2024 05:00
- Önce ölüm fermanını imzaladı, sonra kurbanıyla kağıt oynadı 16 Eylül 2024 05:30
- Çürüyen sınıfın adaletine karşı… 09 Eylül 2024 05:35
- Yeni yetme Türk naziler ‘siyasi yeğen’ midir? 02 Eylül 2024 06:05