16 Kasım 2024 04:47

Kitap-defter açık sınav

Kadın eyleminden

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Üniversitede ceza hukuku sınavlarında kitap-kanun-not hepsini açmak serbestti.

Bir tam sayfayı bulan bir vaka anlatılır, suçun unsurları, koşulları ve asıl fail sorulurdu. Bir sayfa olayın içinde diyelim ki birileri birilerini vuruyor, gasbediyor, tehdit var, şantaj var, adına harf verilerek neredeyse alfabe tamamlanmış 20-30 fail ve mağdur olurdu. Ceza Kanunu’nu karıştıra karıştıra tüm suçları, unsurlarını, koşullarını ve alabilecekleri cezayı yazmak gerekirdi yani vakayı çözmek.

Tüm kaynaklar serbestken bile tam puan almak zordu zira çoğu öğrenci, olayın en başında girizgah gibi görünen paragrafta geçen “... Yapmasını söyledi” gibi bir kısmı hızlı okurken atlar ve “azmettirme” suçunu gözden kaçırırdı. Ve aslında tüm olayların esas sorumlusu da o cümlede gizlenirdi.

Hukukçular daha iyi ifade eder eminim. Benim aklımda ceza hukukuna dair kalan şeylerle bugün yaşadıklarımız arasında artık uçurum var.

Yine de karmaşık bir olayda, asıl sorumlunun kim olduğunu arama kısmı, aldığım eğitimden kalan en değerli şeylerden biri.

Narin, İkbal ve Ayşenur, Sıla Bebek, Şirin, Eren, Ahmet...

Nefes, Peri, Aslan, Masal, Bulut...

Şiddet, vahşet, cinayet, ihmal, çaresizlik, iş kazası...

Manşetler fail arıyor, iktidar sözcüleri fail arıyor, televizyonlar fail arıyor, izleyiciler fail arıyor.

Toplum da istiyor ki asla empati yapamayacağı, özdeşleşemeyeceği bir fail ortaya çıksın ki içler ferahlasın: Neyse bak olacak iş değilmiş, bizim başımıza gelmez.

Esas suçlu kimdir peki?

Narin davasına bakalım; kim kıymış olursa olsun, failin bir ihtimal dokunulmaz olduğunu hissetmiş olması, ailenin bölgedeki gücünün kabulü, feodalitenin 2024'te hâlâ varlığını hissettirmesi, şüphelilerin birbirini korumak için değil, daha başka büyük bir şeyden korktukları için susuyor olmasının ihtimalinin dile getirilmişliği, bir vakanın bunca gündür çözülememesi kimin suçu, kimin sorumluluğu?

Elde kalan sayılı gazetecilerin araştırması ile bölgede ortaya çıkan birçok benzer şüpheli çocuk ölümünün şimdiye kadar araştırılmamış, incelenmemiş, tedbirleri alınmamış olması kimin suçu?

İş kazasında çocuk ölüyorsa işveren kadar o çocuğu çalışmaya mecbur bırakan koşulları yaratan, iş yerlerinde denetim uygulamayan, caydırıcı cezalarla kazaların önlenmesini sağlamayan da suçlu değil mi?

Yıl olmuş 2024, ne işi var ağır işlerde, şantiyede, iş makineleri başında, asansör boşluklarında yüzü gözü yağ içinde, pas içinde el kadar okul çocuklarının?

Yirmilerinde bir kadın, peş peşe 5 çocuk yapmışsa, aile planlamasını ülkeye yayamayan, nüfus kontrolü sağlayamayan, korunma yöntemlerini anlatamayan, kürtaj hakkını normalleştiremeyen politikasızlığın suçu yok mu? Eşi cezaevindeyken bir kadının düzgün bir istihdamla çalışmasını sağlayamayan, güvencesiz, kayıt dışı işlere mecbur bırakan, çocuklara bir kreş hakkı sağlayamayan sistemin suçu yok mu?

Bir katilin psikolojisinin bozuk olması, ölenin ardından mevcut sistemi aklar mı? Sağlık sisteminin, toplumun ruhsal durumunun, travmatize edilmişliğin, kadının canının değersizleştirilmesinin hiç mi payı yok?

Toplumun çocuklara yaklaşımında kürsüye çıkardığı çocuğun kafasına vuranların, kadına yaklaşımında kürsüye “sembolik de olsa bir iki bayan” isteyenlerin sorumluluğu yok mu?

Hatırlayın; Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen’in tavuk ve sebzeyi aynı tahtada kesmesi büyük olay olmuştu. Kötü örnek oldu diye, halk sağlığını tehdit etti diye.

İsveç’te Milletvekili Mona Sahlin, devletin görevi için verdiği kredi kartı ile çikolata aldığı için yargılandı, şahsi harcamalarının tamamını aynı hafta içinde hazineye ödemiş olduğu yargı sürecinde ortaya çıktığı için aklandı ancak siyasi kariyeri uzun yıllar etkilendi.

Dünyanın uğraştığı dertlerle bizim baş etmeye çalıştığımız sosyal çürüme arasındaki uçurum kabul edilebilir mi?

Siyasi etik, ahlaki tavır en tepeden topluma yansıtılmak zorunda değil mi?

Önlenebilir her ölüm sosyal bir cinayettir.

Deprem ölümleri önlenebilirdir, iş kazaları, kadına şiddet, çocuğa istismar ve hatta trafik kazaları bile önlenebilir ölümlerdir. İnsanların arasındaki husumetin ölümle sonuçlanması dahi önlenebilirdir. 

Ateşli silahla cinayet dahi failinden öte o insana silah edinme şansı veren sistemin sorumluluğundadır.

Devlet denen kurum bu sebeple, bu amaçla vardır. Yasalar, kurumlar, denetimler, yönergeler bu yüzden vardır.

Politikalar, ilgili bakanlıklar bu yüzden vardır.

2019’da Yeni Zelanda’da bir camiye terör saldırısı olmuş ve 50 insan hayatını kaybetmişti.

Başbakan Jessica Ardern “Küresel bir çağrı yapıyorum. Yeni Zelanda'nın başına gelen şey, başka bir yerde büyüyen bir kişinin başka bir yerde öğrendiği ideolojiyle gelip bize karşı şiddet kullanmasıdır. Dolayısıyla küresel anlamda güvenli, hoşgörülü ve kapsayıcı bir dünyaya sahip olmak istiyorsak, sınırlarla düşünmemeliyiz. Bu konuda görmek istediğimiz liderlik bu” diye açıklama yapmış ve failin adını asla anmamıştı.

Bu konuda eleştirildiğinde yanıtı: “Burada yaşanan olaydan aldığımız dersler ile bunun failinin isteklerini yerine getirmeyi birbirinden ayrıştırmamız gerekiyor. Bu şahsın bu çirkin ideolojisinin yükselişte olmasının nedenlerinden ve nasıl bir ortamın bunun büyümesine ve muhtemelen de yayılmasına yol açtığından kesinlikle dersler çıkarmalıyız. Ancak bunu bu iğrenç eyleminden dolayı meşhur olma arzusundan ayrıştırmamız gerekiyor. Ben de bu ayrımı yapıyorum” olmuştu.

Acı ölümlerden sonra birileri suçlu çıkıyor, yargılanıyor, cezalandırılıyor. Fail ve suça göre toplumda “Bizim başımıza gelmez, bunlar ekstrem insanlar” rahatlaması ya da “Herkesin başına her şey gelir, hiçbirimiz güvende değiliz, kimseyle muhatap olmamak en iyisi” hissi yaratılıyor. Ya birbirimize uzaklaşıyoruz ya da bencilce kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz. Sistem kaldığı yerden devam ediyor. Çığ gibi büyüyerek.

Net bir değişim ve dönüşüm hayallerine gelen ezber yanıt sinir bozuyor: “İçinde yaşadığımız toplum bu maalesef.”

Toplumlar değişir, dönüşür. Bunu gerçekleştiren de devlet politikalarıdır.

1923’te cumhuriyet kuruluyor, 1929'da Büyük Buhran, 1939'da İkinci Dünya Savaşı yaşanıyor. 1940'ta köy enstitüleri açılıyor. Açıldığı her bölgede tarımda, hayvancılıkta inanılmaz bir üretime geçiliyor. Tiyatro, müzik, edebiyat, spor, dans bunların yarattığı aydınlanma da cabası. Kadınlar köylerde sahneye çıkıp Çehov oynuyor evet ezberinizdeki Anadolu irfanı bunu da yaşadı.

Öyle böyle bir kalkınma değil bakın Beşikdüzü Köy Enstitüsü sadece 4 senede tamamen kendi öğrencileriyle 10 tonluk bir av gemisi de dahil, 2 balıkçı motoru 1 nakliye motoru, 18 kayık, 2 hamsi ığrıbı, 1 palamut gırgırı, 3 manyat, 3 barabat, 3 molozlama ve 30 kalkan ağı üretip Karadeniz’in en güçlü ve örgütlü balıkçılık kuruluşu haline geliyor. 1945 yılında 500 ton hamsi, 60 bin çift palamut, 45 ton diğer balık türleri ile tüm bölgeyi kalkındırıyor. Şu an İstanbul’un en büyük balık hali bile senede 25 ton hamsi satıyor kıyaslayın. Enstitüde kendi ürettikleri yaylı çalgılar ile kurdukları orkestra da cabası.

Bu bir politikadır.

Ölümler durur, huzur tahsis edilir, barış gelir, refah sağlanır. Doğru politikayla.

Çıkarcılık, riyakarlık, acımasızlık, barbarlık, vahşet, sapkınlık toplumun genlerinde var ve geçmez diye bir şey kabul edilemez. Medeniyet tam da buna denir, insanlığın evrimine.

Bu sığlıkta boğulmak zorunda değiliz, yeni failler arayarak magazinleştirmeye gerek yok vaziyeti.

Her vakada üzerine düşüneceğimiz soru şu: Bu ölüm önlenebilir miydi?

Kitap-defter açık sınavdayız...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa