Akılcılığa yöneliş
Fotoğraflar: Ali Fethi Okyar Arşivi (arkada), TCCB (önde)
Geçtiğimiz hafta 10 Kasım günü Atatürk’ün vefatının 86’ncı yıl dönümünü andık. Anma programında bindirilmiş kıtalarla bir ulusun üzerine kabus gibi düşürülen kara lekenin verdiği hüzne rağmen, bir milyonu aşkın gönüllü ziyaretçinin gönlümüze saldığı inşirah bizi mutlu etti.
Atatürk’ü anarken ulusumuza bıraktığı en önemli eserinin “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” vecizesi olduğunu düşünüyorum. Zira cehaletten kurtulup, dünya medeniyeti ile buluşmanın ve bu yolda ilerlemenin tek açılımı ancak bilimsel ve akılcı düşünce sistemine yönelmekle olur. Bu yola girilmediği her durumda fiilen ulus geriletilmiş ve yüz yılı devirmiş olan cumhuriyeti korumanın yolları tıkanmış olur. Bu bağlamda, iktidarın akıl almaz fiil ve uygulamalarıyla amacı anlaşılır gibi değildir. Bilim ve fen ile cumhuriyeti yaşatma arasındaki sıkı ilişki ekonomik kalkınma yapılarak uluslararası alanda saygın bir mevki kazanmaktır. Nobel Ödülü’ne layık görülmüş üç Türk insanının göğsümüzü kabartması yetmez, ülkemizde Nobel adaylarının yetiştirilebildiği akademik özgür ortamın oluşturulması gerekir. İşte, Atatürk’ün veciz ifadesinin arka plandaki çözümlemesi geçmişin hurafe ve kulaktan dolma bilgiler yerine çağdaş, rasyonel ve akılcı bilgilenme sistemine geçişin ifadesidir. Ancak bu şekilde halkımızın örümcek ağı misali kuşatıcı gerici çevrelerin ağından kurtulması olasıdır.
Her ilerleme aşamamızda Batılılar bizi engelliyor safsatası kısmen doğrudur. Zira Türkiye tarikatların gerici kara zihniyetine gömüldükçe beyinleri uyuşturulan halkların emperyalizme teslimiyeti de o kadar kolaylaşır. Türkiye’nin AKP iktidarıyla tarikatların ve cemaatların önünün açılarak bu denli pervasızca dinciliğe savrulması salt AKP projesi olarak değil, emperyalistin AKP eliyle halkımıza yedirilmiş narkoz olarak görülmesi gerekir. Böylece liderine aşık uyuşuk halk yığınlarının içeriden sömürülmesi kolay olduğu gibi, bulunduğu bölgede emperyalizmin emrinde siyasi manevra aracı işlevi gördürülmesi de kolaylaşmış olur. Nitekim Türkiye’nin Suriye ile gerginlik politikası gütmesinin kimlere neler kazandırdığının dikkatlice gözden geçirilmesi gerekir. Atatürk’ün, ülkenin kalelerinin ya da limanlarının dahi işgal edilmiş olması sözlerinin bilim ve kültür dünyasını da kapsayacak genişlikte ele alınması gerekmektedir. Üstelik bilim ve akılcılık kalelerinin emperyalistlerce ele geçirilmesi, limanların ele geçirilmesinden çok daha vahim sonuçlar doğurur ve doğurmaktadır da!
En eski üniversitelerimiz kadar yenilerinin de durumu ortadadır. Profesör Daron Acemoğlu’na bir söyleşide Türkiye’de olmuş olsa idi Nobel Ödülü’ne layık görülür müydü sorusuna, hocanın yanıtı hayır olmuştur. Yanıtın gerekçesi, Türkiye’de bilimsel özerkliğin olmadığı ve akademisyenlere uygulanan baskının akademik gelişmeyi tıkadığı şeklindedir. Marifet, her kentte gerici siyaseti besleyecek yerel akademi mezunu görüntülü yarı cahil yetiştirmek değil, marifet akademiye yönetsel özerklik, akademisyenlere ise bilimsel özgürlük alanı sağlayarak, düşünce ve kanaatiyle gerçek aydın yetiştirmektir. Çökertilmiş üniversite yapısı yanında, parlamentoda yasalaştırılması beklenen “etki ajanlığı yasa tasarısı” ile de ülkenin sadece kaleleri ya da limanları değil, temel sinir sistemi işgal edilmiş olur, hem de iç olarak gördüğümüz güçler tarafından!
Kurtuluş dönemine bir göz atarsak, kurtuluş mücadelesinde de, cumhuriyetin kuruluşu ertesinde de üniversitenin perişan durumu ortada idi. Üniversite, bir üstyapı kurumu olarak, yıkılan bir imparatorlukta daha farklı olamazdı. Hal böyle olunca, başta Atatürk olmak üzere kurucu kadro eğitim meselesi yanında üniversite olayına da el atılması gerektiğini anlamıştı. Dönemin maarif vekili olarak üniversite dönüşümünü yapmış olan Reşit Galip, Atatürk’ün ifadeleriyle “Çok güç ve şerefli bir işi başarmış” oldu. Doğal olarak projenin babası Atatürk idi. Zira Atatürk, cumhurbaşkanı olduktan sonra Dar-ül Fünun’u ziyarete dahi layık görmemişti. Atatürk acaba günümüzdeki üniversiteyi görse, ne düşünürdü!
Üniversite oluşumunda bir rapor hazırlaması için görevlendirilmiş olan Profesör Dr. Albert Malche, raporunda şu gibi acı gerçeklere yer vermiştir: “Türkiye’de üniversite meselesi yeni bir mesele olmayıp, müzmin bir hal almıştır. Türkçede yeterli sayıda bilim eseri mevcut değildir, akademisyenler bilimsel özerklikten yoksundur.”
Ne var ki, maalesef, kuruluş döneminde de bazı olumsuzluklar olmamış diyemiyoruz. Şöyle ki, 1945 yılında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Milli Eğitim Bakanlığına Doçent Behice Boran, Doçent Pertev Naili Boratav, Doçent Niyazi Berkes ve Mediha Esenel (Berkes) için bir şikayet mektubu yazar. Bunun üzerine üç hoca üniversiteden ihraç edilir, Mediha Esenel ise 7 Ocak 1947 yılında üniversiteden istifa eder.
Kabul etmemiz gerekir ki, hayatta en hakiki mürşit ifadesini şiar etmiş bir yönetimde tarihe geçmiş bu şanssız olayı anlamlı bir tarafa koyamayız. Bu şanssızlığın telafisi olmamakla beraber, bazı olumlu gelişmeler de olmuştur. Almanya’da Hitler’in şiddet ve tehdidine maruz kalarak üniversitelerden ihraç edilmiş ve farklı ülkelere dağılmış çok sayıda akademisyenlerden önemli bir bölümü İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde görevlendirilmişlerdir. İktisat, hukuk, tıp, fen ve edebiyat bölümlerinde görev almış çoğu Alman yabancı hocalar gerek bilimsel, gerek yönetsel açılardan Türk bilim dünyasına ve siyasetine çok büyük katkılar yapmışlardır.
İnsanlar için içinde doğulan coğrafya kader olduğu gibi, galiba bilimler için de içinde geliştirildikleri siyasi yapılanma da kader olmaktadır. Ne hazindir ki, Türkiye’ye gelmiş Alman hocalar kendi ülkelerinin yetiştirdiği, fakat yine kendi ülkelerinden kovulup, yabancı bir ülkede vefat etmiş çok ünlü bir bilim insanını ne hatırladılar ne de Türk bilim dünyasına yansıttılar. Her daim bilim insanlarının kafasını meşgul ederek, asırlara sarkan düşünceleri yüzünden her yerden kovulmuş olan Karl Marx, çok gariptir ki, Alman hocalar tarafından bir cümle ile dahi anılmamıştır. Bunun yorumu çok derin araştırmaları ve kişisel irdelemeleri gerektirmekle beraber, burada şu kadarını söylemek isterim ki, dönmemin başat siyaset felsefe ve uygulamalarının ünlü bilim insanlarını dahi etkileyebilmiş olabileceğidir. Şöyle ki, döneme hâkim durum olarak bizzat ülkemize sığınmış hocaları kovmuş olan Almanya’da bir faşist devlet yönetimi başattı, Sovyetler’de Stalin ve baskıcı bir devlet yönetimi başattı, İtalya’da Mussolini ve bir faşist devlet yönetimi başattı, İspanya’da da Franco yönetiminde bir faşist devlet yönetimi başattı. Türkiye’de de faşizm değil, fakat kuruluş aşamasının gerektirdiği devlet rejimi başattı. Buna rağmen, gönül isterdi ki, hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir söylemine bir de ilmin ve fennin gelişmesinin olmazsa olmaz koşulunun bilimsel özerklik olduğu anlayışı başat olsaydı. Bu faslı kapatmadan şunu da belirtmem gerekir ki, günümüzün neoliberal vahşetinin çekirdeğini oluşturan, 1938 yılında toplanmış olan Walter Lippmann Kolokyumu’na Türkiye’ye gelmiş Alman hocalardan Wilhelm Röpke ve Alexander Rüstow da katılmış ve önemli katkılar koymuştur. Mesele şudur ki, muhacir hocalar akademik yeterliliklerine rağmen, özde kapitalist, bilimsel anlayışta ise yarı-özerklik anlayışına sahip görüntüsü vermişlerdir.
Alman hocaların takındığı tavrı eleştirmenin yanında, bir an sakin düşününce şu sonuca da varabiliriz. Üniversite denen kurum fanus işinde toplumsal mutlak izolasyonda çalışan bir doku olmayıp, sistemin üstyapı organı olarak işlev görmektedir. Son Nobelli Akademisyen Profesör Daron Acemoğlu ilk bakışta çok haklı olarak akademisyenin bilimsel özerkliğe sahip olmasını savunmaktadır. Bu dilek çok güzel ve doğrudur da, kendisinin çalıştığı MIT’de Marksist bir hoca tutunabilir mi, acaba? Ben sanmıyorum! Zira ABD üniversite sisteminde doktora yapan bir akademisyen aynı üniversitede kalamayıp, kendisine yeni bir üniversite bulmak zorundadır. Peki, bu durumda, doktora çalışmasına başlayan bir aday doktora konusunu kendi arzusuna göre mi, yoksa uygun bir üniversiteye göre mi seçer? Bu sistemle, doktora aşamasından başlayarak daha ilk kademede Demokles’in Kılıcı ile yeşeren filizlerin tabura sokulması istenmiyor mu? Nerede üniversite muhtariyeti ve akademisyenlerin bilimsel özerkliği! Pierre Bourdieu’nun tanımladığı “sembolik şiddet” aygıtı tüm akademisyenlerin kafasında Demokles’in Kılıcı işlevi görmektedir.
Her şeye rağmen, günümüzde mantar gibi gelişen gericilik ve tarikat örümceğine karşın, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” söylemini yaşatmaya çalışmak olmazsa olmaz görevimizdir.
- Ortadoğu: Bataklığın kan gölüne dönüştürülmesi 14 Aralık 2024 04:31
- Asgari ücret konusu hafife alınmamalıdır! 07 Aralık 2024 04:50
- Çöküş ivmesi durabilir mi, durdurulabilir mi? 30 Kasım 2024 04:51
- Sistemin sis perdesi: Bütçe tartışmaları 23 Kasım 2024 05:00
- TÜYAP konuşmaları 09 Kasım 2024 04:25
- Cumhuriyet halk rejimidir, fakat… 02 Kasım 2024 05:08
- Kaos 26 Ekim 2024 03:57
- Kevork Ağabey, müjde, oğlun Nobel aldı! 19 Ekim 2024 04:46
- Siyasi yalan 12 Ekim 2024 05:00
- İktidarın anayasa histerisine şiddetle karşı çıkılmalıdır! 05 Ekim 2024 04:33
- Boğaziçililer günü 28 Eylül 2024 05:07
- Cinayetin siyasallaştırılarak, perdelenmesi 21 Eylül 2024 04:40