23 Kasım 2024 05:00

Sistemin sis perdesi: Bütçe tartışmaları

Fotoğraf: AA

Paylaş

Her yıl bütçe döneminde fevkalde hararetli tartışmalar yapılır; bütçenin ne kadar yetersiz olduğu, sosyal harcamalara gerekli kadar yer verilmediği ya da eğitime veya sağlığa yeterli kaynak ayrılmadığı gibi okuyanı heyecanlandıran, hatta güzel eleştiri yapılmış algısı yaratarak tatmin duygusunu besleyen yazılar döşenir. Böylesi yazılar kesinlikle hoşuma gitmez, çünkü birincisi, böylesi yazılar ya da eleştirilerin bütçenin yapılış ortamında fazla bir geçerliliği yoktur. Bununla şunu kastediyorum ki, bir dönem bütçesini eleştiren kişi ya da kişiler, o anda parlamentoda yetkili olsalar aynı bütçeyi yapar ya da yapılmış bütçeye oy verirlerdi. Nitekim bunun örneği tarihte görülmüştür. Kendisi vefat ettiği için izninizle ismi saklı kalan bir kişi, benim de bulunduğum bir toplantıda parlamentoda görüşülmekte olan dönem bütçe tasarısını şiddetle eleştirmişti. Rastlantıya bakın ki, yenilenen seçimlerde kendisi yetkili kişi olarak parlamentoya girmiş, eleştirdiği bütçeye onay oyu vermiş, hatta aynı bütçeyi uygulamış idi. Bu ifadeyi bir eleştiri olarak değil, fakat çoğumuzun gözden kaçırdığı bir gerçeğin canlı kanıtı olarak görüp, kabul etmenizi rica ediyorum.

Peki, neden böyle oluyor? Bunun sebebi, yıllık bütçelerin, “ekonomik sistem-ekonomik koşullar-hükümetin manevra alanı” üçlemesinin oluşturduğu dar alanda yükseliyor olmasıdır. Bu dar alan kırılmadıkça hemen her yıl bütçeleri birbirinin aynısı olmak zorundadır ve her yıl bütçelerinde o yıla ait her türlü gerekli önlemin alınarak işlerin muntazam şekilde rayına koyulacağı ifadelerine yer verilir. Örneğin, 2009 yılı bütçe gerekçesinde, ‘Kamu gelir, harcama ve borçlanma politikalarında birbiryle uyumlu bir bütünlük sağlanması, mali disipline titizlikle riayet edilmesi ve bütçe performansında sağlanan iyileşme sonucunda ekonomik ve mali istikrar ortamı oluşmuş ve kalıcı hale gelmiştir’ ifadesi yer alır. Sonraki yıllara ve günümüz koşullarına baktığımızda, gerekçede yapılmış bu vaatlerin yerine getirildiğini görebiliyor muyuz? Hayır, göremiyoruz! Şu halde gerekçede vadedilen hiçbir şey yapılmamıştır. Bu şekilde her yıl bütçesinde ve gerekçede halka güven sağlayıcı politik gerçek dışı ifadelere yer verilir. Çünkü tüm sayılan olumlu işlerin yapılması istenir, hatta politikacılar da aynı yönde tercihte bulunabilir olsalar da, siyasilerin dar manevra alanı kırılmadıkça yapılan vaatler yerine getirilmez, getirilemez. Bu genel girişle, ben 2025 bütçesinden de fazla bir şey beklemiyorum. Ekonomi siyasilerin sürüklediği olumsuzluklar bataklığında debelenirken, rutin işlerin parlatılacağı bütçe süreciyle karşı karşıya kalacağımız çok açıktır. 

Bu anlayışla 2025 yılı bütçesinde bütçe büyüklüğü ile konuya girersek, 2024 Bütçesinin ulusal gelirdeki büyüklüğü yüzde 25.4 olarak gerçekleşmiştir. 2025 yılı için bu oranın yüzde 23.9 olması planlanmaktadır. Açıktır ki, bu hassas oran için ince hesap ve planlara hiç gerek yoktu, zira bütçelemede “tedrici artış” sistemi kullanıldığı için yıllar itibarıyla fazla bir değişiklik beklenemez. Nitekim meseleye yıllar itibarıyla bakarsak, söz konusu oranın yüzde 22 ile yüzde 24 arasında değiştiğini görebiliriz. Bütçe açığının makul düzeyde tutulabilmesi için bütçe büyüklüğünün gelir potansiyeli ile bağlantılı olması kaçınılmazdır. Gelir cephesine baktığımızda, vergi elastikiyetinin bir katsayısı etrafında olduğu, diğer bir deyişle vergilerin gereği kadar yükseltilemediği, vergi yükünün ise yüzde 18’lerde sabitlendiğini görürüz. İşte bu sıkı çerçevede iki konu önemli olarak öne çıkmaktadır. Bunlardan birisi harcama tahsisinin yapılandırılması, ikincisinin ise vergi yükü dağılımının ayarlanmasıdır.

Karşımıza çıkan ilk mesele, hükümetlerin kabusu olan bütçe açığıdır. 22 yıllık AKP dönemine baktığımızda, bütçe açığının ulusal gelirdeki oranının, faizler de dahil olarak, yüzde 1 ile yüzde 10 gibi çok geniş bir bantta seyrettiği, 2014 yılı için bu oranın yüzde 4.9 olduğu görülmektedir. Faiz ödemelerinin çok ağırlıklı olduğu durumlarda faiz dışı açığın yüzde 1.9 düzeyine gerilediği görülmektedir. Şu hale göre ulusal gelirimizin yüzde 3 kadarlık bölümünü, yaklaşık bir trilyona yakın tutarı faiz ödemesi olarak alacaklılara aktarmaktayız. Faiz giderlerinin bütçe içindeki payının da yüzde 12 olduğu düşünüldüğünde, siyasinin manevra alanının ne denli sıkıştığı anlaşılmaktadır. Bu noktada salt miktar saptaması yapmak yetmez, sistemin nasıl bir patolojik işleyişe sahip olduğunun resmini vermek gerekmektedir. Buradaki ana mesele, kapitalizmin varsıl kesimlerinin çeşitli vergi avantajları, hatta siyasi kademelerle kurdukları yakın ilişkilerle sağladıkları vergi kolaylık ve üstünlüklerle oluşturdukları bütçe açığı üzerinden halka karşı kurdukları finans tuzağıdır. Bundan dolayı meseleye kamu kesimi açığı ve devlet borcu olarak bakmak safiyane bakıştan öte gitmez. Bütçeler, kapitalistlerin tercihinin aksine gayrisafi usulle yapılmış olsaydı varsılların oluşturdukları bütçe açığının ne kadarının vergi harcamalarından kaynaklandığı görülebilirdi. Ancak, içeriden bilgi almanın ötesinde vergi harcamalarının net miktarı bilinemediği için bu meselede sadece oluşumun ortay koyulmasıyla yetinmek durumundayız.

Anayasanın sosyal devlet ilkesi yanında, devletlerin asli görevlerinden olan gelir dağılımının sosyal adalete uyarlanması görüşü bağlamında bütçelerin gelir dağılımı üzerinde olumlu etkiler yapması beklenir. Bu etki, devletin istihdam sağlaması, asgari ücret düzeyinde emekçinin yanında yer alması, gelir vergisi dilimlerinde ve dilim aralıklarında düşük gelirlilere olumlu yapılandırılması ve kamu harcamalarında eğitime, sağlığa ve sosyal harcamalara ağırlık vermesi ile ortaya çıkar. Önlenemeyen fiyat artışları karşısında asgari ücreti, hatta emekli maaşlarını yılda bir kere ve gelecek dönem enflasyona endekslenmesi ilgili kesimde çok büyük ekonomik kayba yol açmaktadır. Özellikle neoliberal dönemde aşırı seyyalleşen sermaye kesimini zorlayamayan hükümet, hatta tam tersine sermaye kesimine emme-basma tulumba misali bütçe açığının finansmanı yoluyla faiz geliri sağlayan hükümetin, gelir dağılımını düzeltme alanında eli bağlı olduğu gibi, açık bütçe ve borçla finansman yolu ile gelir dağılımını varsıl kesim lehine bozmaktadır da. Nitekim 2023 yılında 0.42 olarak hesaplanan GİNİ katsayısı gelir dağılımının bozuk olduğunu göstermektedir. Gelirin yüzde 20’lik dilimleri ile yapılan hesaplamalarda da en yüksek yüzde  20’lik kesimin gelir payının yüzde 48.7, en düşük yüzde 20’lik kesimin gelir payının ise yüzde 6.1 olduğu sistemde gelir adaletinden söz edilemez. İşsizliğin daima yüzde 10’lar ve üzerinde seyretmesi ise durumu daha da vahimleştirmektedir.

Sosyal adalet açısından çok can alıcı iki harcama kaleminden biri eğitim, diğeri ise sağlıktır. Eğitim beşeri sermaye oluşumu, sağlık ise sağlıklı bir toplum oluşumu harcamalarıdır. Yıllar itibarıyla eğitim için kamu bütçesinden ayrılan payın ulusal gelir içinde oranı yüzde 35, sağlık için ayrılan payın oranı ise yüzde 12.9’düzeylerindedir. Bu oranlar, maalesef, yıllar itibarıyla da bu düzeylerde seyretmiştir. Eğitim ve sağlığın özelleştirilmeleri, kalite farkı oldukça kuşkulu olarak, toplumsal farklılaşmaya yol açarak, iki temel kamusal hizmette vatandaşlar arası eşitlik ilkesinin bozulmasına yol açılmış bulunmaktadır. Ekonomik kalkınmasını yaparak, ihraç ürünleri içinde teknoloji yoğun ürün oranını yüzde 3’lerden yükseklere çekebilmek için eğitim, özellikle de temel bilimlerde eğitim vazgeçilmez koşul olduğu halde, toplumumuz da, hükümet de bu konuya bigane kalmayı yeğlemektedir. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım harcamalarının ulusal gelire oranı, eğitime ayrılan oranın yaklaşık iki katı kadar, yüzde 23 düzeyindedir. Harcamanın detaylarına girmenin gerekli olduğu koşuluyla, böyle bir yazıda bu detayda yapılabilecek değerlemede söylenebilecek nokta, toplumu bir şekilde çaresizliğe iterek, sosyal yardımla desteklemek, toplumu ve bireyleri metalaştırarak, sürekli ve güvenli oy tabanı oluşturmaktır. Siyasi ahlak ve devlet yönetim anlayışıyla bağdaşamayacak böylesi bir “Metalaştırılarak siyasallaştırılmış halka yönelik sosyal destek” çağdaş demokrasi ve siyasi ahlak anlayışına uygun görülemez. Bu tür siyasi etik dışı parti tabanlı programlar yerine, her bireye vatandaşlık hakkı olarak gereksinimine göre yardım esas olmalıdır.

Vergi açısından meseleye yönelecek olursak, toplam vergi gelirleri içinde doğrudan vergi olarak anılan “gelir ve kazanç üzerinden alınan vergiler”in payı yıllar itibarıyla yüzde  26-27 bandında seyretmiştir. Buna karşın, dolaylı vergiler ise, toplam vergi gelirlerinde yüzde  65 oranında yer almakta, geri kalan vergiler de yine dolaylı türden olarak, çok değişik adlar altında toplanmaktadır. Gerek gelir dağılımı gerek vergi adaleti açısından işin birinci olumsuz yanı söz konusu vergilerin toplam içindeki payıdır. Diğer taraftan gelir vergisine baktığımızda, ilk dilimlerde dilim genişliği dar, dilim yüksekliği ise fazladır. Asgari ücret ve düşük gelirlileri ilgilendiren ilk dilim olan 110 bin liralık dilim genişliği günümüz fiyatlar muvacehesinde kısa sürede aşılmakta ve yükümlüler ikinci dilime girmektedir. Kaldı ki, 230 bin lira olan ikinci dilimin genişliği de tatmin edici düzeyde değildir. Bunların ötesinde, ilk dilimin yüzde 15 oranı çok yüksektir. Farklı gelir grupları üzerindeki vergi baskısı ise emekçi ve düşük gelir gruplarında sermaye geliri elde edenlerden çok daha yüksektir.

Bütçe açığını ve cari açık sorununu güçlü ekonomik yapılanma ile çözmeyen ve anlamsız özelleştirmeler ile ekonomi ve devlet gelirleri üzerindeki hakimiyetini kaybetmiş olarak, sermaye ihtiyacını daima sırtında hisseden hükümet, neoliberal dönemde aşırı seyyal hale gelmiş olan sermayeye karşı dost, buna karşın emeğe ve halka karşı bigane kalmak zorundadır. Bu açmazın gericilik, dincilik gösterişleri yanında, sahte ulusalcılık ve terörle mücadele görüntüleri ile perdelenmesi yanında, toplumu bitaraf-bir taraf şeklinde bölerek ve son kertede de fevkalade usulsüz girişimlerle yeni bir anayasa altında devlet korumasından çıkılmamaya çalışılmaktadır.

Durum bu olunca, salt bütçeyi eleştirmek, ekonominin bütününün ve bu bütün üzerindeki siyasi oyunları atlamış, hatta aklamış oluruz. O nedenle, bütçe eleştirisinin, güçlü görüntüdeki hükümetin değil, aslında ‘sistemin ve ulusal sermayenin kölesi’ olan hükümetin eleştirisi şeklinde yapılması toplumsal sınıf bilincini yükseltici etkiye sahip olur.   

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa