Tarladan çıkıp madene inenlerin hikayesi
Kitap kapağı
10 yıl önce 27 Eylül’de anılarımızdaki sisler diyarına yolladığımız ve onu andıkça oradan bize gülümseyen Metin Demirtaş: “Bizim de halkımız vardır Che Guevera / Unutulmuş uzak tarlalar yalazında / Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun / Bütün ulusların halkları gibi / Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan / Bizim de halkımız vardır Che Guevera”
Şaire nesirle özenen biz: Artvin’den Manisa’ya ülkenin her tarafında çevre için mücadele eden, köyünde maden sahası, kum çakıl ocağı istemeyen, küçücük ağaçlı alanlarını betona, talana teslim etmemek için direnen, hatta bu uğurda canını veren yürekli insanlarımız vardır bizim.
Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca’sını şimdilik öteleyerek onun vahşi kapitalizm eksenindeki bir hikayesini anımsayalım. (Ama gerçekten vahşi!..)
Kitaba da adını veren Bacayı İndir Bacayı Kaldır adlı hikaye ilk kez -yaklaşık- doksan yıl önce yayımlanmış: 1933.
“Gitmesek de gelmesek de / O köy bizim köyümüzdür” olmaz elbette; gitmemiz, görmemiz gerektiğini düşünenlerdenim. Yazarımız, babasının da görevi nedeniyle çocukluğundan itibaren Anadolu’yu gezip gerçekçi bir gözle hatmetmiştir ki hikaye çok güzel bir pastoral senfoni ile başlar:
“(…) yemyeşil ot denizine çıkardı. Bu denizin ortasında renk renk kor gibi koyu, yakıcı gelincikler, su üstünde yüzer gibi (…) / Her şey gürbüzdü, (…) otlar (…) ağaçlar (…) yapraklar(…) / Buğulu erikler, güneşin altında kıpkızıl alevden bir yuvarlak gibi yanan narlar, (…)iri taneli üzümler (…) tertemiz kiremitli evler, temiz elbiseli çocuklar (…)”
Türkçe bilmeyen “Gümüşlükurşun” Maden Ocakları Müdürü bu güzel, bu şirin ve zengin ovaya denilebilir ki ilk bakışında hayran oldu.” “Topraktan öğrenip / kitapsız bilen…” Türk köylüsü konukseverdir, her akşam biri ağırlar “Çelebi” diye hitap ettikleri maden müdürünü. Övünürler topraklarının verimiyle: Lokman Hekim ölümsüzlük iksirinin reçetesi olan kitabı bu topraklarda kaybetmiş ama o kitabın sayfaları eriyerek topraklarına karışmıştır; öyle verimli, bire elli veren topraklar…
Haçik adlı Ermeni bir tercümanı olan müdür ‘bire elli’yi duyar duymaz, köye gelirken “hov hov”larından korktuğu sevimli hayvanın kulakları gibi dikilir kulakları. Buraları çok beğendiğini, Avrupa’da insanları da dahil olmak üzere böyle güzel bir diyarın bulunmadığını, hatta eşi ve çocuklarıyla buraya gelip yerleşmek istediğini, bunun için birkaç dönüm yer satıp satmayacaklarını sorar köylüye; asıl derdi fabrikayı genişletmek, bu verimli arazilere sahip olmaktır. “Nasrettin Hoca gibi ağlayan / Bayburtlu Zihni gibi gülen” Türk köylüsü dönümüne elli lira isteyince, daha sonra konuya vakıf olan fabrikanın işletme müdürü dönümünü on kuruştan da aşağı bir fiyata alabileceklerini belirtir hınzırca.
Bunun için “Ferhad, Kerem ve Keloğlan” olan Türk köylüsünün bu hikayedeki temsilcilerinin “Ah bir Müslüman olsa” dilekleriyle çok güvendiği, saygı duyduğu Haçik görevlendirilir.
Haçik köy kahvesinde, dinleyenleri hayran bırakan “herkesin dini kendine” olmakla birlikte bütün dinlere saygı duyulması gerektiğini söyleyince köylü “Bu laf nereye gidecek” diye düşünür. Tercüman büyük bir üzüntüyle kendini de yaraladığını belirttiği sorunu lap diye ortalığa atıverir: Yatır’ın hemen yanı başındaki selvi ağacını katbekat aşmıştır fabrikanın bacası, bu durum o zat-ı şerife büyük bir saygısızlıktır; aynı zamanda böyle büyük zatları da sinirlendirmemek gerekmektedir.
Köylü hak verir Mekke ile Kudüs’ün birer ayrıntı olduğunu, herkesin sonunun hak divanı olacağını belirten ve “gizli bir dini” olduğuna inandıkları bu adama. Sonuç: “Ben giderim… Köylüler bacanın yarıya kadar indirilmesini istiyorlar, derim anlatırım… O da Müslümanların dinine hürmet eder…”
Baca kısaltılır, köylü büyük sevinç içindedir ilk zamanlarda, Haçik her eve ayrı ayrı davet edilir, onuruna yemekler verilir. Fabrika cenahı da bir şişe “mastika” ile işi kurtarır. Ama devran gemi azıya almıştır:
“Baca, boğucu gaz atan bir top namlusu oldu. (…) / Yirmi dört saatte bir defa bile sönmeyen ocak, bir taraftan kükürt savuran, bir taraftan zaçyağı (demir sülfat) yağmuru serpen bir zehir denizi oldu. (…) Rüzgâr bu ağır gazları birer kurşun gibi toprağa yaydı. Mermer üzerine dökülen kezzap onu nasıl paramparça eder, didilmiş bir pamuk yığını haline koyarsa, topraklar da öylece harap oldu.”
Artık o yeşillikler yoktur. Bitkiler sararmış, ağaçlar kurumuş; ilkbahar, “sonbahar” gibi gelmeye başlamıştır. Hayvanlar üreyemez, bebekler sağlıklı olarak dünyaya gelemez olmuşlardır.
Koştura koştura gelirler birkaç yıl sonra Müdür’ün yanına: Hani bir zamanlar demiştin ya buralardan toprak satın almak istediğini, işte ben satıyorum. Ama bu topraklar eskisi gibi değil, “Allah bir afettir verdi”, yine de size yardım etmek için alırım; dönümü yarım lira. Eh, olur.
Köylü satar topraklarını birer birer; kimi ağlaya ağlaya, yüreğine taş bağlaya bağlaya köyünü terk edip bilinmez diyarlara giderken, kimileri de tepeden son kez baktıkları köylerini terk edemeyeceğini anlayıp maden ocağında çalışmak üzere orada kalırlar. Baca yükseltilecektir ancak biri kötürüm bir pehlivan olan sekiz on kişi direnir topraklarını satmamak için, ama nereye kadar?..
“Onlar da topraklarını satmak istediler. Fakat kimse para vermedi. / Bir gün, yedi köylüyü maden ocağı yolunda yanyana devrilmiş buldular. Bir delikanlının göğsünde şu dilekçe çıktı: / Gümüşlü Kurşun Ocağı Müdüriyetine, / Efendim, / Boğaz tokluğuna maden ocağına kaydedilmemizi rica istirham eyleriz.”
“Artık üç köyde satılmadık toprak kalmadı. (…) Yeni arıklar açıldı, toprak gübrelendi ve fabrika bacası tekrar yükseldi (…), eski selvi onun yanında fidan gibi kaldı. / Üç köyün Yemen’de esarette bulunup köye dönen askerleri şaşırdılar. Çiftlik kâhyası onları: / -Köy arıyoruz diye çiftlikte hırsızlık edeceksiniz. Burada köy möy yok haydi… Geldiğiniz yere… Sizi açıkgözler sizi… Defolun yoksa jandarmaya haber veririm, diye başından savdı.”
Son söz Nâzım Hikmet’in olsun, yazının başında saygıyla andığımız o yürekli insanları tenzih ederek: “Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, /- demeğe de dilim varmıyor ama - / kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”
- Sermaye karşısında direnen emekçilerin romanı: Çıkrıklar Durunca 10 Aralık 2024 04:15
- “Solculuk / zor yolculuk”: İhsan Yılmazşamlı 03 Aralık 2024 04:30
- Erol Toy’un ‘İmparator’u ve ‘Arçelik’ 26 Kasım 2024 04:46
- Dolmuş çırakları 12 Kasım 2024 04:30
- Narin artık dönmeyecek 09 Ekim 2024 04:15
- Refik Halit’in ‘Fotika’ ve ‘Hasip Efendi’si 24 Eylül 2024 04:43