03 Aralık 2024 04:30

“Solculuk / zor yolculuk”: İhsan Yılmazşamlı

Görsel: Pixabay

Paylaş

Hani daha önceki yazılarımızdan birinde demiştik ya “Solculuk / zor yolculuk”

Bazen de mecazi değil gerçek yolculuklara çıkılır ki belki de ömrümüz yollarda geçmiştir.

Bu zor yolculuğa çıkmaya azmetmişseniz ve de kendinizin inandığı geçerli bir mazeretiniz yoksa gideceksiniz; öyle veya böyle örgütlü bulunduğunuz dernek, sendika, konfederasyon –her neyse- gitme kararı almıştır. Bazen eşiniz, arkadaşınız, sevgiliniz, çocuk veya çocuklarınızla gitmişsinizdir ki bu çokça görülen bir durum değildir. Her zaman her eyleme aile üyeleriyle gidemezsiniz. Ama bir yoldaşınız vardır. Hep yanınızda olduğunu hissettirir. Eğer sonraları araya ayrılık girmezse bu kişi sizin yaşadığınız yer neresi ise oradadır: Köy, kasaba, il, mahalle, iş yeri, örgütlü bulunduğunuz yerin binası, okulsa okul, fabrikaysa fabrika, vergi dairesi ise orası… Ayrılık kaçınılmaz olursa dostluk daha da sağlamlaşır.

Otobüstesinizdir… Ankara’da eylem vardır. Kızılay’a çıkacaksınızdır. Ya yan yana oturuyorsunuzdur ya da biliyorsunuz ki az ötededir o dost, yoldaş. Akşamın veya gecenin bir vakti hareket etmiştir sendika binanızın önünden o otobüs, gelemeyenler ve polis kameraları uğurlamıştır sizi. Güle oynaya çıkmışsınızdır yola, türküler söylemişsinizdir, fıkralar anlatmışsınızdır, hatta halay çekmişsinizdir otobüsün daracık koridorunda. Sonra durağanlık. Daha çok saat vardır Ankara’ya. Otobüsün camı kapkaradır. Gün ışıdığında Hipodrom’a geleceksiniz. Orada derlenip toparlanıp, flamaları açıp yürüyüş hazırlıklarına başlanacaktır. O dost da sizin gibi ortalıkta gerekli gereksiz dolaşmakta, kah taşınacak pankartlarla, flamalarla ilgilenmekte, arabanın bagajından alıp bir yerlere getirmekte velhasıl o ortamda yapılması gerekenleri ya yapmakta ya da “Hele şu gençler de bir öğrensin bakalım” diyerek az buçuk uzakta izlemektedir olan biteni. Bu kaçıncı eylemdir saymamıştır ama yaş da epeyce kemale ermiştir; yine de tık yok suratında ve de ruhunda; hatta çocukçadır yüzü, tavrı, ifadeleri; bilir ki mücadele uzun sürelidir, ha deyince olacak bir şey değildir, bu da yürekle olur. Yürek de masa başında az buçuk olmakla birlikte nerede bir eylem varsa orada olmakla ilgili bir şeydir; elbette ayırt ederek, elbette inançla, dirençle, inatla.

Yazının başlığından biraz uzaklaşıyorum ama yine bu eylemlerde sizden yüzlerce kilometre uzakta bulunan arkadaşlarınızla da karşılaşırsınız ki belki de o eyleme gitme sebebiniz o dost veya dostları da görmektir. Çok sevinirsiniz. İçinizden geçer ki “İşte hiç taviz vermeden mücadeleye devam ediyoruz bilmem kaç yıldır. O hâlâ yılmamış. Ha bir de yönetici olmam diyordu, baksana sendika yönetimine girmiş, vay üçkağıtçı vay!” diyerek övünürsünüz onunla. Hele bir de yıllardır hiç görmediğiniz bir yoldaşla ansızın karşılaşırsanız alanda, değmeyin o eylemin zevkine.

Tabii sopa yemek de var. Bazen önce ıslatırlar da. O da hükümetin görev ve yetkileri arasında. Panzerler birbirine geçmiş, yolu kapamıştır. Polisler sağlı sollu kaldırımları, yolları tutmuştur. Eylem tertip komitesi başkanı otobüsün üzerinde haklılık derecesini anlatıp yürüyüş için hazır olunduğunu bağırırken polis görevlisi Hipodrom’dan çıkılamayacağını haykırmakta, polislere şu yanı kollayın, bu yana dikkat edin diyerek emirler yağdırmaktadır.

Siz o dost ile birliktesinizdir. Elbette diğer dostlarınız da vardır, onlarca, yüzlerce, binlerce ama o başkadır. Siz onu kollarsınız o sizi. Elbette siz diğer arkadaşlarınızı kollarsınız onlar da sizi. Aslında hep birbirimizi kollarız. Zaman zaman polislerin de yaptıkları işten memnun olmadıklarını hissedersiniz. Ama bazıları artık nasıl bir yetişmişlik, nasıl bir eğitim tarzı, nasıl bir kin, nasıl bir itaat ise öldüresiye vururlar. Dedim ya bu dayak durumundan rahatsız olanlar da vardır ki onlar amirlerine belli etmek istemezler mi, çekinirler mi, kendilerinden utanırlar mı her neyse copu indirirken bacaklarınıza, omzunuza ya da sırtınıza teğet geçiverir ya da “dostun bir gülü” gibi usulca iner; ama siz onları anladığınız için “yaralamaz”. Öyle ya karşılarındaki insanların çoğu ağabeyi, ablası, annesi, babası yaşında insanlar. Sahi, insan babası annesi yaşındaki insana acımasızca vurabilir mi?

Yüzünde hafif bir tebessümle sağ omzunu yukarı kaldırıp dudaklarını bükerek “Ne bileyim ben babası yaşında adama copu acımasızca indiren polisin psikolojisini?” derdi herhalde İhsan yoldaş. Derdi ama sonra açıklardı, inandırıcı düşüncelerini söylerdi. Saçları bembeyazdı. Ara sıra saçına kına yaktığını bilirdik hepimiz, görürdük. Bir süre sonra kızıllık -ki ruhumuzda vardı o renk- dibinden ele verirdi kendini beyaz beyaz… Ama o kızıllık… Buna sonbaharın o yaprak rengi desek… Hani gazel… Hani o bakır rengi… Hani o kırmızıydı ya sarıya dönecek derken oldu ya turuncu, işte o renk…

Zaten kendisi de edebiyatçıydı. Kafamı şişirirdi o eylemler yolculuğu boyunca otobüste, yok Nâzım Hikmet, vay Ahmed Arif, olmadı Hasan Hüseyin, hadi Sezai Sarıoğlu, Murathan Mungan… Nasıl da güçlüydü ezberi… “Ya yoldaş biraz uyu be!” “Ben Malazgirt’te öğretmenken…” “Ha, hı, hımm, evet… Hoorrr!..”

Sonra ayrılık girdi araya. Ama telefon denen teknoloji…

Ben onu arardım, o beni… İlk sözlerimiz: “Müsait misin?”

Konuşacak durumda isek güncelden tarihsele bir yolculuk başlardı ki Allah muhafaza… Güya karşıyız ya kapitalizme, güldürmeyin, telefon şirketlerine hizmet ederdik.  Çoğunlukla o karabulutları dağıtırdı, çünkü o umuttu, umutla yaşıyordu, çevresine umut veriyordu, her şeye rağmen yaşama sevinciydi, ah “Öyle öldük, bittik, bunlar gitmez” diyenlere “Tarihe bakın!” derdi mütevazılıkla. Aksi düşünülemez çünkü “İnsan umut ettiği müddetçe yaşar”dı…

İhsan yoldaşım öldü bir deprem vakitlerinde, pandemiyi atlatmıştı yaralı yüreği. Hastanede yatarken görüşmüştük telefonla en son. Ben yedi yüz kilometre uzaktaydım ve 6 Şubat depremlerinin hak ile yeksan ettiği yerlerin birindeydim, ortalık enkaz ve perişan insanlarla doluydu, gidemedim yoldaşların eksiksiz düzenlediği törenine. Kahroldum o karların buz tuttuğu, ayazın jilet olduğu o coğrafyada.  

İhsan Yılmazşamlı bu satırları okuyan siz değerli insanların ailesi dışında en yakın gördüğü kişidir (Aman o uzun ve sağlıklı yaşasın); dilerseniz onun adını koyabilirsiniz başlığa. Düşünce insanıydı, eylem adamıydı, aydın biriydi, öyle “efsaneydi” gibi şatafatlı sözlerle de büyütmeye, abartmaya gerek yok; çünkü buna ihtiyaç da yok, yoldaşlar içinde sıradan bir insandı; herkes gibi kendine özgüydü.

Şimdi adına bir öykü yarışması düzenleyen Bafra Eğitim Sen emekçisiydi. Halkın “Ayın altında ağır ağır ilerleyen tekerlekler” misali güzel yarınlara yürüyeceğine inanıyordu, ben gibi.

Giden gitmiştir.

Geride bir gülümseyen yüz kalır, bir de anılar…

Sonrası boşluk.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa