Adı konulmamış ‘süreç’te Rojava çıkmazı!
Fotoğraf: AA
El kaideci HTŞ ve Erdoğan iktidarının maaşa bağladığı ÖSO/SMO’nun Suriye’nin stratejik önemdeki Halep şehrini ele geçirmeleri sonrasında bu güçlerin yönlendiricisi konumundaki emperyalistlerin ve bölgesel aktörlerin sahadaki plan ve öncelikleri de belirginleşmeye başladı.
Halep’ten sonra Hama’ya giren HTŞ, Hama-Humus-Şam hattında ilerlemek istiyor. HTŞ’nin bu yönelimi, Esad rejiminin yıkılamadığı koşullarda destekçilerinin (Rusya ve İran başta) etki alanlarını sınırlamak için Suriye’yi bölmek isteyen ABD-İsrail planıyla önemli oranda örtüşüyor. HTŞ’nin en azından bugün için Kürtlere “ılımlı” mesajlar göndermesi de bu planla uyum gösteriyor.
Ancak HTŞ’nin ABD-İsrail planına uygun bir şekilde hareket etmesi, Erdoğan iktidarı ile bugüne kadar devam eden ilişkilerini ve harekete geçmesinin/geçirilmesinin Erdoğan iktidarının sahadaki çıkarlarıyla da uyum gösterdiği gerçeğini de değiştirmiyor.
ÖSO/SMO ise, Erdoğan iktidarının belirlediği öncelikler doğrultusunda hareket ediyor ve bu nedenle Kürtlerin yönetimindeki bölgeleri işgal etmeye yönelmiş bulunuyor. Tel Rıfat’ın ele geçirilmesinden sonra Minbic’e yönelik saldırılar devam ediyor.
Erdoğan iktidarı, HTŞ ve ÖSO/SMO’nun sahada kazandığı pozisyonu Rusya ve İran ile sürdürdüğü Astana sürecini kendi lehine güncellemek ve Esad rejimini kendi dayattığı koşullarda iş birliğine zorlamak için bir fırsata dönüştürmeyi amaçlıyor. Kendi dayattığı koşullarda iş birliği; Suriye’deki işgalin devam etmesi, iş birliği yapılan cihatçıların siyasal sürece dahil edilmesi ve Kürtlere karşı birlikte tutum alınması gibi başlıkları içeriyor.
Türkiye, Rusya ve İran arasında yarın Doha’da yapılması beklenen görüşmelerde bu yönlü pazarlıkların gündeme geleceğine şüphe yok.
Adı konulmamış sürecin sözcülüğüne soyunarak Öcalan’a çağrılar yapan iktidar ortağı Bahçeli’nin partisinin bu haftaki Meclis grup konuşmasında bu kez Esad’a çağrı yapması hem iktidarın önceliklerinin ve hem de Kürt sorunundaki adı konulmamış süreçle ilgili hedeflerinin anlaşılması bakımından önem taşıyordu.
2014’te Musul’u ele geçiren IŞİD’e karşı uluslararası operasyonun gündemde olduğu dönemde Musul ve Kerkük’e plaka numarası veren Bahçeli’nin son konuşmasında Halep’i “Türk yurdu” ilan etmesi dikkat çekiyordu. Bu konuşma, Türk burjuvazisinin bölgedeki (Ortadoğu) yayılmacı emellerinin (yeni Osmanlıcılık) devam ettiğini ve son gelişmeleri bu emeller doğrultusunda bir fırsata dönüştürmek istediğini gösteriyor. Bu durum ilk bakışta Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı adı konulmamış süreçle çelişkili gibi görünse de aslında söz konusu sürecin Türk burjuvazisinin bölgedeki pozisyonu ve emelleriyle bağlantılı olarak gündeme geldiğini/getirildiğini ortaya koyuyor.
Uzunca bir süredir ‘bölgesel liderlik’ iddiasındaki Türkiye egemen sınıfları, ABD emperyalizminin İsrail saldırganlığını bölgeyi yeniden dizayn etme politikasının merkezine koymasından rahatsızlık duyuyor ve bunu kendi pozisyonları için bir tehdit olarak algılıyor. Çünkü bu politika Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’nda (İMEC) baypas edilmesi örneğinde olduğu gibi Türkiye’yi bölgede ikincil önemde bir aktör pozisyonuna düşürüyor. Öte yandan ABD’nin Irak ve Suriye Kürtleriyle sürdürdüğü iş birliğinin bu yeniden dizayn politikasının bir parçası olarak işlev görmesi, hem bölgedeki hareket alanının kısıtlanması ve hem de ülke içinde Kürt sorununda sürdürülen politika konusunda Türkiye’deki iktidarı fazlasıyla kaygılandırıyor.
Bu noktada Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik çağrıları, bölgedeki gelişmeler ve bu gelişmelerin Türkiye’ye olası etkilerine karşı bir ‘ön alma’ girişimi olarak anlam kazanıyor. Erdoğan iktidarının ‘tehdit’ algısının başında Rojava’daki Kürt özerk yönetimi ve onun ordusu SDG yer alıyor. Bahçeli’nin çağrı yaparak Öcalan’ın hızlıca devreye girmesini istemesinin arkasında Rojava’daki özerk yönetimin Öcalan’ı ideolojik önder olarak görmesi, yani Öcalan’ın Rojava üzerinde etkili bir aktör olması gerçeği yer alıyor.
Erdoğan iktidarının Rojava’ya yönelik tehdit algısını anlamak bakımından 2013-15’teki ‘çözüm süreci’ne bakmak gerekiyor.
Daha ‘çözüm süreci’nin başlarında dönemin ‘müzakereden sorumlu’ Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, Star gazetesinde ‘PYD Üzerinden Stratejik Rol Tahayyülü’ başlıklı yazısında (20 Ağustos 2013) şunları yazıyordu: “PYD’nin Suriye’de yaşanan kaosu fırsat bilerek yakın zamanda bir statü elde edeceği tahayyülü, Türkiye’deki demokratik reformları küçümseyen bir tatminsizlik ve şımarıklık üretiyor.”
Türkiye’deki iktidar daha o zaman Rojava’da Kürtlerin elde edeceği özerklik statüsünün ülke içindeki Kürtlere kendi çözümünü dayatmanın önünde engel olacağını görüyor ve bu nedenle IŞİD ve HTŞ’nin önceli Nusra’nın Kürtlere yönelik saldırılarını destekliyordu. Sedat Peker’in itiraflarında dile getirdiği SADAT üzerinden Nusra’ya gönderilen silahlar bu amaca hizmet ediyordu.
Bu sürecin en kritik dönemeci IŞİD’in Kobanê kuşatması olmuştu. “Kobanê düştü düşecek” diyen Erdoğan, Suriye’deki Kürt özerk yönetiminin ortadan kaldırılmasını Kürtlerin bölgede yayılmacı emellere ve ülke içinde de başkanlık rejimine yedeklenmelerinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyordu. Bu nedenle IŞİD’in Kobanê kuşatmasının yenilgisini “Ortada masa yok” diyen Erdoğan’ın çözüm sürecini bitirmesi takip etmişti.
Erdoğan iktidarının Demirtaş ve Yüksekdağ’dan başlayarak HDP ve Kürt siyasetine yönelik tasfiye operasyonlarının merkezine ‘Kobanê olayları’nı (HDP’nin ekim 2014’te IŞİD kuşatmasına karşı Kobanê için yaptığı demokratik direniş çağrısını) koyması birçok bakımdan açıklayıcıdır.
Erdoğan’ın 2022’den bu yana ısrarla sürdürdüğü Suriye ile ‘normalleşme’ ve Esad ile görüşme çağrılarının arka planında da Rojava’daki özerk yönetimi yıkmaya yönelik bir iş birliği geliştirme hedefi yer alıyor. HTŞ ve SMO’nun Halep’i ele geçirip etki alanlarını büyütmelerinin ardından Bahçeli’nin Esad’a yaptığı “ön şartsız diyalog” çağrısı da aynı amaca hizmet ediyor ve Türkiye egemenlerinin son gelişmeleri Esad’ı sıkıştırmanın fırsatına dönüştürme arayışını dışa vuruyor.
Şurası açıktır ki, kendi Kürt sorununu eşit haklar temelinde demokratik bir biçimde çözmüş bir Türkiye için Suriye Kürtlerinin (Rojava) hangi statüde yaşayacağı hiçbir sorun oluşturmaz. Ancak Kürt sorununu bölgedeki yayılmacı emellerinin ve içerideki baskı rejiminin devamını sağlamak için bir manevra aracı olarak kullanmak isteyen bir iktidar söz konusuysa bu durumda Rojava’daki ‘özerklik’ tehdit olarak algılanmakta ve Kürtlerin eşit hak talebi de tıpkı Akdoğan’ın söylediği gibi “tatminsizlik ve şımarıklık” olarak değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak hem Türkiye ve hem de bölge halkları için büyük tehdit yaratan yanlış politikalarında ısrar eden Erdoğan iktidarının Bahçeli üzerinden başlattığı adı konulmamış süreç, daha yolun başında bu yanlışların bir devamı olarak bir kez daha Rojava çıkmazıyla karşı karşıya gelmiş bulunuyor.
- Türkiye-İsrail rekabeti ve Kürt sorunu 07 Ocak 2025 05:30
- Suriye’deki gelişmeler ve kapısı aralanan yeni ‘süreç’ 03 Ocak 2025 07:30
- Öcalan'ın mesajı ve yeni sürecin işaretleri 30 Aralık 2024 12:47
- HTŞ yönetimi ve Suriye'nin etnik-dinsel fay hattı 27 Aralık 2024 06:20
- Suriye ve yeni Osmanlıcılık 24 Aralık 2024 05:00
- Düğüm yine Kobanê'de çözülecek! 20 Aralık 2024 05:30
- Yeni Suriye kurtlar sofrasında! 17 Aralık 2024 05:00
- Ankara'da Rojava pazarlığı 13 Aralık 2024 10:10
- Esad rejimi sonrası Suriye ve Ortadoğu’yu ne bekliyor? 10 Aralık 2024 05:30
- Cihatçı saldırının yol işaretleri ve Halep'te kesişen yollar 03 Aralık 2024 06:55
- HTŞ’nin Halep saldırısının arkasındaki güçler ve hesaplar 30 Kasım 2024 06:50
- Bahçeli neden ısrarla Öcalan’ı işaret ediyor? 29 Kasım 2024 06:20