Kara kış
Fotoğraf: Pixabay
Geçenlerde bir gece geç saatte, Beyoğlu’da gül satan bir sığınmacıyı, kağıt toplama çuvalı önüne çökmüş genç bir kadın ve üç küçük çocuğuna bağırırken gördüm. Öfkeli bir ifadeyle elini kolunu büyük savurarak yüksek sesle kendi dilinde bir şeyler anlatıyordu.
Önce uzaktan bağırdım “N’apıyorsun sen?” diye, sonra bir cesaret geldi, mahalle bizim mahalle, benim başıma iş gelmez, gidip müdahale edeyim dedim. Adamdan daha kızgın halde yanlarına gittim. “Dur abla herkes Türkçe biliyor” dedi ilk. Meğerse çocuklardan birinin elinde sigara görmüş, annelerine söylemiş. Kadın da “Beni dinlemezler, sen kız, cezası var de” demiş. Mizansen yapıyorlarmış. Adam da gençten biri, “Madem bozdun bari sen söyle bu yaşta sigara içilir mi? Verseler de almaması lazım di mi?” diye çocukları gösteriyor eliyle. Çocuklar diyor “Vallaha biz içmedik abla, abim içmiş. O da içmemiş de biri verince öyle bir denemiş.”
Hepimiz öyle bir muhabbete daldık sonra, ben özür diledim mizanseni bozduğum için. Kadın iki elini göğsünde birleştirip “Sen yine de sağ ol, geldin ya” dedi.
Bu ülkede kadın olmak zaten zor, bir de ötekilerden olup kadın olmak... Biri onun için endişelendi diye gözleri doldu, yaşı taş çatlasa 30.
Adam iyi adam, gençten, etrafıyla ilgili, çocuklara bakışı sevgi dolu. Çocuklar pırıl pırıl. Hem konuşmaları hem üst başları. Anaları yıkamış kağıt toplamaya çıkarken bile, saçları taralı. Evde bırakamamış, muhtemelen endişeden, küçük daha yaşları. Etrafındaki herkes seni sürekli hakir görürken bundan çocukları koruyamamak ne zor şey ebeveyn için.
Zaten insanlık adına utanıyoruz her gün binlerce şeyden, kendimden de utandım ön yargım oluşmuş demek benim de. İnsan kendini koruyamıyormuş etraftaki yargılardan. Nasıl da üstenci kesiliyor insan kendi memleketindeki yabancıya. El kadar çocuğa, gece anasıyla bir sokakta diye gidip sigara verenle aynı milliyetteniz oysa. Nasıl hakir görüp üstten konuşabiliyoruz böyle? Aynıyız işte, evladına sarılışı aynı, çocuğun başını okşayışı aynı, endişeler aynı, çaresizlikler. İnsanız, gülebiliyoruz her şeye rağmen, onların bana gülümseyebilmesi, hâlâ şakalaşabilmesi biraz daha kıymetli gerçi.
Bir zamanlar, çok da yakın zamanlar, biz biraz daha insandık. Aylan bebek kıyıya vurduğunda daha insandık. Yunanistan’ın “push back” hamlesini kınayacak kadar insandık.
Sonra öyle bir kirlendik ki Emani El Rahmun’a karnı burnunda hamileyken, kucağında el kadar bebeği varken, tecavüz edip öldüren adamlarla aynı havayı soluduk. Arap sermayesi döviz getirsin, gelsin yesin içsin diye kültürümüzü tarumar ettik, menüleri Arapça yaptık, ev alanın tüm sülalesine vatandaşlık verdik. Ruhsatsız işletmelere göz yumduk. Ne bir kaynaştırma politikası ne düzenli bir sayım... Sonra da bu kültürel yozlaşmamızın hesabını da savaştan kaçıp şiddetimizin her türlüsüne maruz kalan sığınmacıdan sorduk. Kontrolsüz göçe izin veren zihniyete hiçbir şey olmadı.
“Gitsinler savaşsınlar o zaman kendi ülkelerinde” dedi insanlar.
İşte şimdi Suriye’nin durumu ortada. Bu “gidip savaşsaydılar”cılara sormalı, bu çatışmanın tam olarak hangi tarafında savaşmalıydılar kardeş? Senin yanında durabildiğin bir tarafı var mı Suriye'deki silahlı güçlerin?
Bundan dört sene önce bir yazı yazmıştım, (https://www.evrensel.net/yazi/85835/kabus) Başlığı kabus, gördüğüm gerçek bir kabusa dair.
O günden bu yana sayısız kere benzer kabuslar gördüm, sevdiğim her şeyi geride bırakmak zorunda kaldığım sayısız rüya. Kendimi dilini öğrenmeye çalıştığım bir ülkede, çok yüksek bir binada dizlerim titreyerek cam silerken gördüm, saçlarım kirden keçeleşmişken “Ben eskiden öykü yazardım” demeye çalışırken gördüm. Dili iyi konuşamadığım için “Okuma yazmam var” diye anlaşılıyordu. Kendimi PET şişeleri toplayıp makineye atıp bozukluk toplayarak bir uyku matı almaya çalışırken gördüm. Ben parayı toplayasıya fiyatı artıyordu. Bir gümrük kapısından geçebilmek için binlerce insanla birlikte bağrışırken, İngilizce konuşayım belki beni seçerler hesabı yaparken gördüm kendimi kabusumda.
Bu ülkeden sürülmek, göçmek zorunda kalmak en büyük kabusumdu. Sığınmacıları gördükçe en büyük kabusum sığınmacı olmak olmuştu. Suriye kriziyle birlikte dünyanın zaten istiap haddi doldu.
Sürekli kendini anlatmak, bir zamanlar zevklerinin, evinin, arkadaşlarının olduğunu, bayram sofraları kurduğunu, müdavimi olduğun yerler bulunduğunu, okuduğunu, yazdığını, sinemaya gittiğini, duyguların olduğunu izah etmek zorunda kalmak... Yani aslında “Ben de insanım” diye hatırlatmaya çalışmak. “Herkes için bir yük olmadan önce kendi yüklerim vardı benim de” demeye çalışmak.
Ülkenin sınırlarını savaşlar sardı. Dinci grupların ele geçirdiği hiçbir ülkeden ne dünyaya ne yurttaşına bir hayır gelmedi, gelmiyor. Emperyalizme karşı durur rolü yapanların hepsi emperyalizmin beslemeleri, koca bir şovun içinde bir ülke gözümüzün önünde darmadağın oldu ve her şey sınırımızdan görülüyor, duyuluyor. Emperyalizmin taktiği değişmiyor ama insan önündeki örneği izlemenin şehvetinden kendi başına gelebilecekleri düşünmeye zaman bulamıyor.
Korkunç bir silahlanma var Türkiye’de, ruhsatlı-ruhsatsız. 15 Temmuz’da kaybolan silahlara da ne oldu bilmiyoruz. Orduya eğitimi SADAT veriyor. SADAT’ın ne olduğunu, ne ürettiğini, ne sattığını artık konuşmuyoruz, kaynadı gitti. Çeşitli tarikatlar çeşitli kurumlarda kadrolaştılar, herkes çok iyi biliyor. Sermayeleri dünyaya açıldı, çok büyük tutarlar yönetiyorlar. Birbirleriyle rekabette ve zaman zaman çıkar çatışmasını ayyukta yaşıyorlar. Ticareti kesmediğimiz İsrail, Şam’a yürüyor. Esad Rusya’da. Doğal gazı Rusya’dan alıyoruz, Akkuyu’da limanı da olan nükleer tesis Rusların. Her yerden dışa bağımlıyız. Kendi kendimize ısınamıyor, beslenemiyoruz.
Herhangi bir ambargoya neyle nasıl dayanılır bilmiyoruz. Biz barışı talep etmeyi de bilmiyoruz.
HTŞ dünya basınında medeni gösterilmeye çalışılıyor. İnsanın aklı, nutku tutuluyor.
Taliban Bamyan Buda heykellerini yıktığında bu dünya mirasına bir saldırıydı da kuzey ormanlarını katletmek çok mu farklıydı? Zihniyetin bizi götürdüğü uçurumun artık iyice kıyısındayız.
Bir çıkış yolu, bir büyük umut, bir hayal bulmadan yazıya oturmazdım. Ama bu hafta kendimi yürüdüğüm her sokağı dikkatle incelerken, binaların mimarisine dalarken, salkım domatesi koklarken, giysilerimi özenle seçerken ve her anımı içime doya doya çekerken buldum.
Bir ömür emek verip güzel kılmaya çalıştığım şu hayat, başıma çökmeden önce tadını iyice alayım hissinden kurtulamadım.
Kirli bir oyunun tam göbeğindeyiz. Çanlar bizim için çalıyor.
Çok kara bir kış geliyor.
Ve işin acısı, kimse tam olarak ne yapılması gerektiğini bilmiyor.
Dört elle hayata ve memlekete sarılmaktan başka çare aklıma gelmiyor.
Olmasaydı sonumuz böyle…
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24
- Ben aptal mıyım bay başkan? 12 Ekim 2024 04:40
- Ottolaşmak üzerine 05 Ekim 2024 04:40
- Estetik özlem 28 Eylül 2024 05:04
- Katlanmak ya da katlanmamak 21 Eylül 2024 04:42