18 Aralık 2024 03:18

Ellerinize ve yalana dair 

Fotoğraf: Pixabay

Paylaş

Yıl 1978 Bülent Ecevit Başbakan. 78’in yaz aylarında İstanbul’a emniyet müdürü olarak Hayri Kozakçıoğlu atanmıştı. Aynı gün ben de TRT İstanbul Haber Müdürlüğüne vekâleten atanmıştım. Hayri Bey’le ilk kez tanışmış ve birbirimize kutlama mesajları geçmiş, daha sonra da karşılıklı ziyaretler başlamıştı. Hayri Bey’le konuşurken İstanbul’a atanmasından hiç de memnun olmadığını her haliyle ve sözleriyle anlatıyordu. Sordum elbette “Neden bu kadar mutsuzsunuz Hayri Bey?​” Yanıtladı: “İstanbul’a gelmeyi hiç istemedim. Kaç kez Sayın Başbakanı ikna etmeye çalıştım ama beni vali kadrosuyla İstanbul’a atamakta ısrarlı görünüyordu. Sonuçta bir akşam Rahşan Hanım’la birlikte evime geldiler. Artık geri dönme şansım kalmamıştı.” Bu kez ben sorumu tekrarladım. “Peki, ama neden İstanbul gibi bir kente gelmeyi istemediniz?​” Acı bir gülümsemeyle yanıtladı bu kez sorumu.” “Çünkü Turgay Bey ben İstanbul’u yeraltının yönettiğini çok iyi bilenlerden biriyim.” Aradan çok geçmeden 1979’da Abdi İpekçi cinayetiyle karşılaştı Türkiye. Sonraları başarılı bir emniyetçi olarak önce vali, daha sonra da süper vali olarak doğuda buldu kendini Hayri Bey.

Bunu ilk kez anlatıyorum. ’60’lı yıllardan sonra uzun yıllar polis-adliye muhabirliği yapan bir gazeteci olarak birçok şeye tanık olmuştuk. Faili meçhul cinayetler birbirini izlemeye başlamıştı. Sonuç alınması mümkün olmayan bir kaos vardı ortada. Emniyetçiler de bölünmüş. Ülkücü polislerle devrimci polisler diye bir yapay ayrım çıkmıştı ortaya. İktidara yakın olanlar yerlerinde kalırken, iktidara karşı olanlar ya görevlerinden alınıyor ya da kendileri istifa ederek ayrılıyordu. Bu arada büyük sermayenin ve medyanın ortaklaşa sürdürdüğü ekonomik kriz hükümetlerin de ömürlerini kısaltıyor, ekonomik darlık içindeki yurttaşlar yağ, gaz, benzin, tüp gaz gibi hayati maddelere ulaşmakta güçlük çekiyorlardı. Sonuçta ’80 ihtilali oldu. Mesleklerini özveriyle yapan pek çok insanın işine son verildi. Ülke yeniden sıkıyönetimle yönetilmeye başlandı. Bu arada Hayri Kozakçıoğlu’nun işaret ettiği yeraltı yani mafya gücü yalnız İstanbul’da değil, Türkiye’nin pek çok ilinde kendini göstermeye başladı. Yazımın burasında gazeteciliğimize ayrı bir parantez açmak istiyorum. Bütün bu serüven boyunca gazeteciliğimizin halkın haber alma hakkına, doğruları öğrenme hakkına saygılı olduğunu söylemem mümkün değil. Her zaman olduğu gibi basın özgürlüğüne saygılı, cesur gazetecilerin yanı sıra, tam tersine iktidara yakın kurumlardan, yasal ya da illegal örgütlerle iş tutan gazeteci ve esnafı da bir hayli fazlaydı. Gerçekleri araştıran, soruşturan, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Musa Anter, Turan Dursun, Metin Göktepe gibi gazeteciler de katledilerek topluma korku iklimi yaşatmaya çalışıldı. Halkımıza çok yalan söylendi, çok hak ihlali oldu. Özellikle ’80’den sonra askeri cuntanın baskı ve zulmüyle geçen yıllardan sonra bu kez de sivil vesayetin altında emekçinin, yoksulların her gün biraz daha ezildiğini gördük.

Bir gün biri çıkar da ülkenin gerçek öyküsünü yazar diye umutlanıyorum hep. Biliyorum bunu yapabilmek donanım ister, cesaret ister belki de tek sözcükle yürek ister.

Bu ülkenin çilesini çekmiş, yaşamındaki 15 yılını zindanlarda geçirmiş bir şairdi Nâzım Hikmet. Komünist damgasıyla hırpalayıp durdular. Ama o her komünist gibi gerçek bir yurtseverdi. Kurtuluş Savaşı destanı da onun armağanıydı Türk halkına. İşte bu büyük insanın unutulmaz şiirlerinden biriyle noktalayalım yazıyı: “Ellerinize ve Yalana Dair” 

Bütün taşlar gibi vekarlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır
ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz.
Arılar gibi hünerli, hafif,
sütlü memeler gibi yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.
Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
insanlar, ah, benim insanlarım,
hele Asyadakiler, Afrikadakiler,
Yakın Doğu, orta Doğu, Pasifik adaları
ve benim memleketlilerim,
yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu,
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Avrupalım, Amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır,
kolay atlatılırsın...
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa