Almancılar
"Otobüs" filminin afişi
1960’lı yılların ikinci yarısındayız.
“Her mahallede bir milyoner!” oluşturmaktan vazgeçip ver ha devrimci ve Turancı yetiştirdiğimiz; “Gerçekçi ol, imkansızı iste”, “Özgürlük, daha fazla özgürlük” gibi sloganların büyüsü ve provokatif olaylarla ortalık toza dumana kestiği için rütbelilerin yerli ve emperyalist güçler eşliğinde bıçaklarını bilediklerini de hissetmediğimiz veya sallamadığımız romantik vakitler.
*
O vakitler 2. Dünya Savaşı’nı 1. Dünya Savaşı gibi en altta bitirip derisi kemiğine yapışmış Almanya, kendini epeyce toplayıp ağır sanayiye geçtiğinden işçileri yetişmediği için üçüncü dünya ülkelerinden Kunta Kinte toplamaya başlamıştır.
*
1970’e bir veya birkaç yıl kala, kıçından dişlerine kadar kontrol edildikten sonra Almanya’ya yollanır Anadolulu Mehmet, ardından da on binlercesi dağılır Avrupa’ya, hizmet etsin diye onlara.
Yalnız, bu çoğu yoksul ve aç Mehmetler köyünden başka bir yeri, bağlı bulunduğu vilayeti hatta ilçeyi bile doğru dürüst görmeden kendilerini bambaşka bir kültürün, bambaşka bir coğrafyanın içinde bulurlar sudan çıkmış balık misali: İlleri var bizim ile benzemez, dilleri var bizim dile benzemez!
*
Zor yıllardır. Yaban ellerde çalışıp “elin ağzının kokusunu” çektiği yetmezmiş gibi memleketine dönerken Kapıkule’den başlayıp köyünde biten bir sömürünün de ilk kurbanlarıdır onlar. Almancıların çektiği sıkıntıları anlamak istemeyen, onları para babası gören buradakiler, adım attığı her yerde onları sömürme derdindedir; en azından bir paket yabancı sigara cebine konmadıkça “kamusal alanda” hiçbir işleri yapılmazdı desem abartılı mı olur acaba? En yakını aldığı borcu ödemez. Ortaklıklar dağılır, zararı Almancıya ödetilir. Üçe alacağı tarlayı, arsayı on üçe satarlar. Ya köyün bakkalı… İlçede gittiği lokantanın sahibi… Hediyelik iki tülbent, birkaç metre basma, zıbınlık aldığı tuhafiyeci… Tabii hepsi değil ama çoğu, fiyatları Almancı Mehmet’e göre ayarlardı. Şimdi eksik bırakmayalım, başına tüylü fötr takıp rengarenk giyinen, ayakkabısı pırıl pırıl, günlük tıraşlı ve “parföm” kokulu, onu böyle havalı görenlerin yakası açılmadık sövgüleri yedi silsilesine fısıltıyla yolladığı, yüz yüze gelindiğinde saygıda kusur edilmeyen Almancı Mehmet de yiğittir hani, bahşiş bırakmadan ayrılmazdı gittiği yerden.
Akıllandığında gün akşam olmuştur.
*
Edebiyat ve sinema dünyamız, bu Alamancıların dramıyla doludur 1970’lerden beri.
İşte Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü adlı romanından uyarlanan Tunç Okan imzalı Sarı Mercedes… Yine Tunç Okan: Otobüs… Sinan Çetin’in Berlin in Berlin… Kartal Tibet’in Gurbetçi Şaban, Şerif Gören’in Polizei…
*
Edebiyat dünyasından da epeyce örnek verilebilir. TÖS kurucularından ve de 1971 Muhtırası’ndan sonra içeri alınıp yediği darbeyi TÖS Savunması adıyla kitaplaştırdıktan sonra gurbetteki işçiler eksenli Koca Ren, Yüksek Fırınlar, Duirsbug Treni adlı yapıtlarıyla gönüllerdeki yerini sağlamlaştıran Fakir Baykurt… Harran Berlin, Türkler Almanya’da, Sahipsizler, Dünyadan Bir Atlı Geçti gibi yapıtlarıyla Bekir Yıldız; Dursun Akçam, Demirtaş Ceyhun…
*
Ancak bu sanat yapıtlarının öznesi olan “Alamancılar” filme ve özellikle okumaya uzak insanlardır; kendilerini topluma yansıtan bu yapıtlardan haberleri bile yoktu çoğunun. Sabahın köründe memleketteki evinden biraz daha hallice barakalardan veya dairelerden işe koşturup hışı çıkana kadar çalıştıktan sonra akşam aynı yere yorgun argın dönen işçimiz, kitap okuyarak dinlenmeyi aklına bile getiremezdi haliyle. Üstelik okuma yazma bile bilmiyordu çoğu, gerekli olduğu için yalvar yakar bir ilkokul diploması uydurmuştu. Yaşadıkları bölgede Türkçe film gösteren sinemaların varlığı bile düşünülemez sanırım ki o filmlerden de bihaberdiler.
*
Sözün özü: Almancı denen insanların yarasına merhem olacak tek şey türkülerdi. Türküler de o zamanlar demode olmaya başlamış pikaplarda çalınan plaklarda yer alıyordu; plaklar da yerlerini “bant”lara, namıdiğer kasetlere bırakıyordu.
Kasetlerdeki türküleri dinlemek için de gerekli olan tek şey fi tarihinde atılmadıysa, yıllar önce eskiciye verilmediyse, torun tosun tarafından vidaları sökülüp içlerindeki ıvır zıvırlar parçalara ayrılıp birleştirilemediğinden can çekişmekte olan, evlerimizin en zula yerlerinde bulunan, belki çekyatın en dibinde bir yerlerde kendine yer bulmuş teyplerdi. Haklıdır şimdiki gençler: Oofff, teyp ne ya? / Bant ne lan? / Bunlar ne iş kanka?
Teybe taktın mı bandı, anında memlekette oluverirdin.
*
Kasetlerin avantajı da vardı: Silinebiliyordu, üzerine yeni kayıtlar yapılabiliyordu teyp aracılığıyla. Boş kasetler de vardı ve kendi seslerini kaydedip memlekete yollayanlar olduğu gibi memleketten de -kendisinin bir gidişinde bıraktığı teyp marifetiyle- yakın çevrenin konuşmalarından oluşan kasetler geliyordu: Sesli mektup.
*
İşte o yıllarda sayısız türkücü çıkmıştı memleketimizde ki sesleri Almanya’ya, Hollanda’ya, Avusturya’ya hatta ve hatta dünyanın öteki ucuna, Avustralya’ya ulaşa da oradaki gurbetçiler ala; yorgun argın geldiği barakanın önüne, suyu belirli zamanda akan apartman dairesinin oturma odasındaki koltuğa, kanepeye ve belki de balkonundaki sandalyeye çöke; istemeyiz ama bir de sigara yakıp kulağı teypte efkara dala!..
*
Onlarca, belki yüzlerce türkücüden biridir Yüksel Özkasap; yanık, ağlamaklı ama ağlamayan bu ses, bizim Almancıya memleketten esintiler getirmiştir bahar havası, toprak kokusu, keklik ötüşü; zaman zaman da bulutlu, gök gürültülü ve yağmurlu:
“Ayrı düştüm vatanımdan yurdumdan / Sermayem yok servetim yok elimden / Bilinmiyor yoksulların dilinden / Almanya’ya mecbur ettin yoksulluk beni / Fakirlik beni”
Toprak hayvan köleliğinden fabrika köleliğine hicret eyleyen acımasızlığın türküsüdür bu…
*
Kendi öz yurdunda “Alamancı” denilerek horlanan, dışlanan, yolunacak kaz gözüyle bakılan; orada ikinci sınıf insan olarak görülen, aşağılanan, sömürülen; kısacası değirmen taşlarının arasında kalmış ilk Almancılar…
*
Çok sonraları Cem Karaca da anlatmıştı onları:
“Davulla zurnayla yola çıktık / Bandoyla karşılanmıştık / İş gücümüzdü sattığımız / Ter olup çarklara aktığımız / Servete servet kattığınız / Gurbet el şimdi bize dön geri diyor.”
Köprünün altından çok sular akmıştır şimdi. Geriye “melali anlamayan bir nesil” ve içinde türküler, romanlar, öyküler, filmler de bulunan sanat eserleri kalmıştır.
- Semaver'in Ali'si 07 Ocak 2025 04:30
- Şeyhi ve Şeyh Bedrettin 31 Aralık 2024 04:15
- Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca 17 Aralık 2024 12:00
- Sermaye karşısında direnen emekçilerin romanı: Çıkrıklar Durunca 10 Aralık 2024 04:15
- “Solculuk / zor yolculuk”: İhsan Yılmazşamlı 03 Aralık 2024 04:30
- Erol Toy’un ‘İmparator’u ve ‘Arçelik’ 26 Kasım 2024 04:46
- Dolmuş çırakları 12 Kasım 2024 04:30
- Tarladan çıkıp madene inenlerin hikayesi 22 Ekim 2024 04:56
- Narin artık dönmeyecek 09 Ekim 2024 04:15
- Refik Halit’in ‘Fotika’ ve ‘Hasip Efendi’si 24 Eylül 2024 04:43