Öngörü, strateji ve bir film üzerine
Fotoğraf: Ayşen Şahin kişisel arşivi
“Doğanın adı kaderse, toplumun adı öngörü olmalıdır. Düşünsel ve ahlaki gelişme maddi refah düzeyinin artması kadar önemlidir. Bilgi başlangıçtır, düşünmek ilk zorunluluktur, gerçek tıpkı buğday gibi gıdadır. Bilginin ve bilgeliğin yokluğunda zihin söner. Beslenemeyen mideler gibi, beslenemeyen zihinlere de acıyalım. Açlıktan can çekişen bir bedenden daha da içler acısı bir şey varsa, o da aydınlık açlığından ölen bir ruhtur.”
Victor Hugo
İnsan öngörür, ortak akıl daha iyi öngörür. Aslında doğru olan, beklenen budur.
Günlük yaşamda, en basit, en sıradan işlerde bile B, C, D planlarımızın olması, derindeki öngörü reflekslerindendir.
Akşam kabak pişirmek için dolabı açıp içi geçtiğini fark edip ıspanağı pişirmeye karar vermek gibi. Böylece ziyan öngörülüp engellenmiş olur.
İnsanlar neden hayat sigortası yaptırır? Ani bir ölümde geride bırakacağı sevdiklerini öngörüyle düşündüğü için. Trafikte araç kullanmak bir öngörü işidir. Diğer araçların yapabileceği her beklenmedik harekete, yola fırlayacak bir sokak hayvanına hazırlıklı olmaktır. İnsanlar işten tazminat ödenerek çıkarıldığı gün iş aramaya başlar. Tazminatın biteceği günü öngörerek.
Satranç bir öngörü oyunudur. Öngörü kullanmadan yaşayan insanlar, her tehlikeye hazırlıksız yakalanır.
Satranç bir strateji oyunudur. Strateji hayatımızın her alanındadır. Yalnızca büyük resme yönelik, büyük akla ait bir koz değildir. Eve hangi yoldan gideceğimize dair bile trafikle ilgili öngörüye dayalı bir strateji kurarız.
Elimizdeki tutarla geçinebilmek için denediğimiz her yeni yol stratejik bir yaklaşımdır. İhtiyaçların sıralanması, taksitlendirilmesi stratejidir. Aynı anda ocağa iki çeşit yemeği eş zamanlı koyabilmek stratejik bir koordinasyon gerektirir.
Strateji kuramayanlar kaybetmeye yatkındır.
Satranç Ustası Vasily Panov’un sözüdür: “Kaybeden her zaman hatalıdır.”
Salı gecesi asgari ücret açıklandı. Sendikalar ertesi gün basın açıklaması yaptı. Görebildiğim kadarıyla illerde de 30-40 kişilik açıklamalar, sendikalar ve sosyalist partiler tarafından devam ettiriliyor. Muhalefetin en büyük partisi mitinge hazırlanıyor. Yani aslında kimseler öngörüye dayanarak bir strateji kurmamış. Eylül ayından beri asgari ücret ne olacak diye konuşuyoruz hatta temmuzdaki ara zam beklentisinden beri.
Asgari ücreti duymadan hareket planı yapılmamış izlenimini aşamıyorum. Çalışanların neredeyse yarısının asgari ücrete mahkum edildiği ülkede en önemli iş bu ücretin belirlenmesi olmuşken hepimizin yine bu tutara hazırlıksız yakalanmış gibi seyrek, sürdürülebilir olmayan, kitleselleşmeyen, ekranda söze dayalı, bol kınamalı, çok “kabul edilemez”li 20 senelik ezberde boğulmamıza dayanmak zor.
Kendime sormadan duramıyorum: Ya iktidar asgari ücreti 35 bin yapsaydı, o zaman rejimi komple teslim mi edecektik? HÜDA PAR vakıflar aracılığıyla okullara girmiş, Suriye’de İsrail ile çıkar ortaklığına düşmüşken gazeteciler tutuklanıyor, öldürülüyor, dışarı beyin göçü, içeri kontrolsüz göç... Asgariyi otuz beş bin yapsalar devran böylece sıkıntısız akacak mıydı?
A planı: Asgari ücret 25 bin altı olursa, B planı 30-35 bin arası olursa, C planı 35 bin üzeri olursa diye bir eylem ve söylemin ekim-kasımdan bu yana hazır olması gerekmez miydi?
Mesela bakan çıkıp açıklama yaptığı anda tüm sendikaların ve partilerin aynı anda aynı metinle ve mümkünse tek cümleyle açıklama yayımlamaları çok mu imkansız?
“Reddettik” ya da “Asgarinin bedeli ağır olacak.”
Gece vardiyalarının eli şalterde beklemesi çok mu imkansız? Ya da aynı anda tüm fabrikaların acil durum sireni çalması mesela?
Üstelik bu açıklama tam da Balıkesir’deki patlamada 11 işçinin ölümünden sonra yaşandı. Ölüm, asgarinin altında erir mi alevlendirmesi gerekirken?
Öldürülen gazetecilerin fotoğrafını taşıdığı için gazeteciler tutuklandı.
Eylemlerin sonu, gözaltı, soruşturma, ev hapsi, adli kontrol, yurt dışı çıkış yasağı, gaz, plastik kelepçe, tutukluluk... Dijitalin, teknolojinin, yapay zekanın, hologramların zirve yaptığı çağda, elimizde ozalit baskılar, megafon ve aynı metinleri tekrarlayıp biteviye eksilmek yerine, neden ezber bozamıyoruz? “Bunu nasıl yapabildiler?” dedirtecek, içinde öngörüye dayalı stratejik yaklaşım içeren bir şey imkansız mı?
Değil. Ama herkes, hepimiz, işin en zorunun sadece alışkanlığımızı aşamadığımızdan kolayımıza gelmesinin bedelini ödüyoruz. Cezaları ve şiddeti göz alıyoruz da dönüşüm ve yaratıcılık işini denemediğimizden göze alamıyoruz.
Sırbistan’da tren istasyonunda gölgelik düştü. Bakan istifa etti, yetmedi. On binler Belgrad’a aktı. Hayat 15 kişi için her gün 15 dakika duruyor. Bizim giden canlarımızın sayısı belli değil, depremde 50 bin kişi öldü masalına bile kandık. Ne kıymetli olağan akışımız varmış ki hayat durmuyor. Sorsan kimse için aslında akmıyor.
İşçiler fabrika fabrika direniyor. Ülkelerin tarihinde yalnızca bir büyük işçi hareketi yazar ve onun da kotası bizde doldu da mı birleşemiyor direnişler?
Öngörü ve strateji asgari ücrete karşı gösterilen tepkide iktidarı değil, bizi üzecek gibime geliyor.
Öte yandan, hiçbir yazıya bir çıkış, umut verici bir gelişme, tutunacak bir dal bulmadan niyetlenmeme kararım uyarınca, bir de filmden bahsedeceğim size.
Yönetmen Eylem Kaftan’ın 1 Gün 365 Saat isimli belgesel filmini izledim ve film sonrası söyleşiyi modere etme şansı buldum. Senelerdir bana imkan verilen her yerde, hak kaybının tam önüne “hayır” seti çekerek kazanamayacağımızı, talep çıtasını yükseltmemizi, yakınmaya dayalı bir söylemle eyleme geçilemeyeceğini, ibrete karşı feyz ortaya koymak gereğini anlatır dururum kendimce.
Ailenin kutsallaştırılmasının ne kaybettirdiğini anlatmak sayfalar sürüyor, yıllardır sürüyor. Bu belgesel 80 dakikada her şeyi öyle temiz ve kusursuz ortaya koyuyor ki...
Aile içi istismarı yaşamış üç genç kızın, Reyhan, Asya ve Leyla’nın birbirlerine tutunarak kazandıkları davanın belgeseli bu, bir tokat gibi filmin başında “Gerçek kişilerin gerçek hikayesidir” yazıyor ve oyuncular kendilerini oynuyor. Oynamıyorlar, gerçek diyaloglar sanatsal bir bakış açısı ile kayda alınmış, filmleştirilmiş. Öyle gerçek ve aynı zamanda akıl almaz.
Bu ülke acının uyuşturucu etkisine kapıldı. Dramın magazinleşmesine alıştırıldı. Üzüldükçe atıllaşıyor, atıllaştıkça kaybediyoruz.
Film acıyı almıyor odağına, üzüntü kelimesine yeri yok, anlatılan kadınların üzerine mağdur ceketi bile giydiremezsiniz. Kahramanların yolculuğu anlatılan. Buket Uzuner’in tanımladığı o her şeye rağmen, yan yana geldiklerinde kadınların arasında filizleniveren “kız neşesi” ile izletiyor kendini. Birbirini sımsıkı tutan kadın elleri, derdini açıklıkla dinleyebilen, seni anlayıp gerekli yanıtı verebilen kız kardeşliğin hayata nasıl bağladığını anlatıyor. Hukuki terimler arasında akla gelmeyeni, yaşayanın dilinden, gözünden dinleyince çocuk istismarının tüm boyutları açıklıkla seriliyor ortalığa. Leyla’nın, kendi bedeninde babasına benzeyen özelliklerden kurtulmak isteyişi ve “İnsanın DNA’sı değiştirilir mi?” sorusunda yatıyor mesela. Reyhan ile dertleşirlerken anlıyoruz, senelerce onların saçını tarayıp masal okuyan annelerinin, bu acıya sessiz kalması, inkar etmesi, dışarıda sevilen adam olan babalarının evdeki halleri, bunların hangisi gerçek, nasıl aynı insan olabilirler, birini hayallerinde mi yarattılar ve hangisi gerçek çelişkisi yüzünden kaybettikleri zamanı, o zaman boyunca çektikleri acıyı ilk kez bu kadar derinden anladım.
Kötülük her yerde, kan bağı örtmüyor hiçbir suçu. Anne, susuyorsa evladının acısında, kelime kalp ağrısından başka bir anlama gelmiyor.
Asya’nın arkadaşlarını tanımlarken kurduğu cümlelerde, gözlerinden geçen sevgi bulutunda, adlarını andığında yüzünde beliren gülümsemede “anaçlık” yeniden anlamını buluyor.
Kararlı olmak cesaretin önünü açıyor. Kurtulan bir diğerine el veriyor. Bir sahne var. İkiz kızlarının babalarının istismarına uğradığını, okuldaki öğretmenin kızların oynadıkları oyundan fark etmesi üzerine yargıya başvuran, sadece adamı değil, tüm aşireti karşısına almayı göze alan Ayşegül ve kızları ile tanışıyorlar. 28 yaşında bir kadının anneliğinin gücünde hem yeniden yüzleşiyorlar travmalarıyla hem de teselli buluyorlar Ayşegül’ün varlığıyla. O da üç genç kadının, her şeye rağmen hayata bakışıyla umutlanıyor geleceğe. Söyleşi kısmında öğrendik. O sahne tamamen gerçek, o an tanışmışlar birbirleriyle, cümleler yazılı metin değil, dudaklarından o an dökülenler…
Anlatılan dört davada da istismarcılar cezaevinde, cezaları aile içi istismar göz önüne alınarak artırılmış şekilde hem de. Bir feyz hikayesi.
İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezinin bir dönem başkanlığını yapmış olan Avukat Birsen Baş Topaloğlu, kendisine teşekkür edildiği sahnede kızlara diyor ki: “Bana teşekkürü, siz de bir başkasına el verdiğinizde etmiş olacaksınız.” Asya, hukuk okuyor, SADE yani Sanat Araştırmaları ve Kadın Derneği kurucularından, Reyhan kadınlar için çalışan bir sivil toplumcu olmuş, Leyla psikoloji okuyor. Bu bir çıkmazdan kurtuluş filmi.
Fransa’da bu sene tüm dünyaya damga vuran bir dava görüldü. Gisele Pelicot, mutlu sandığı evliliğinde kocasının on yıl boyunca kendisini ilaçla uyutup 50’den fazla erkeğin tecavüzüne maruz bıraktığını öğrendi. Mahkeme, Gisele’in haklarını korumak için duruşmanın ve isminin gizli kalabileceğini söylediğinde Pelicot, “Utanması gereken ben değilim, artık utancın yer değiştirmesi gerekiyor” dedi ve açık yargılama ile tüm tecavüzcülerin ifşasını sağladı.
Film sonrası bir izleyicinin “İfşa olmaktan çekinmek” üzerine sorduğu bir soruya Reyhan muazzam bir yanıt verdi. “İfşa kelimesi suçlu için geçerlidir. Bizim utanacak, çekinecek, kendimizi saklayacak bir şeyimiz yok.”
Bu en az Gisele Pelicot’un sözü kadar güçlü bir ifade. Zaferin saklandığı yer.
Filmin Türkiye’de gösteriminin engellenip engellenmediğine dair çok soru geldi. Yönetmen Eylem Kaftan’ın bu soruya verdiği yanıt, muhtaç olduğumuz stratejik bir hamlenin de işaret fişeği gibiydi:
“Neden filme engel gelsin ki? Biz burada bir hukuk başarısını anlatıyoruz. Filmin gösterildiği tüm ülkelerde, Türkiye’den böyle kararlar çıkmış olmasına şaşkınlık ve hukuka hayranlık uyandırıyoruz.”
Yani film, neyi kaybettiğimizi değil, nasıl kazanılacağını anlatıyor. Bu arada on beşe yakın ülkede gösterildi film. Saraybosna’daki dünya prömiyerinde bir izleyici 20 senelik travmasıyla yüzleşerek dava açma cesaretini göstermiş film sayesinde.
Film projesi boyunca tüm ekip profesyonel psikolog ve psikiyatrist desteği almışlar. Ve neticede hepsinin hemfikir olduğu nokta: Başkalarına umut, feyz olmak, kendilerini beyaz perdede izleyip dışarıdan bakabilmek hepsine iyi gelmiş. Belgesel sonunda, benzer durumdaysanız haklarınız ekranda akıyor. Mesela Reyhan, baronun Kadın Hakları Merkezinin ücretsiz avukat atadığını, sığınmaevi hakkını şansa öğrenmiş, birlikte çalıştığı tezgahtar arkadaşının bir tanıdığının adliyede çalışıyor olması sayesinde.
Senelerdir manşetlere katillerin, tecavüzcülerin nasıl da aklandığı taşındı. Bunlar potansiyel faillere ibret değil feyz oldu.
Biz “3-5 yıl yatıp çıkan”ların hikayelerini yayarak değil, öz babasına, asıl yüzünü bilmeden severek evlendiği kocasına karşı dimdik durup hukuk zaferi kazananların hikayesiyle kazanırız.
Bu belgesel, bir kamu spotu gibi, her kanalda senede 4 kere bile yayımlansa, caydırıcılığı bütün atılmış manşetlerden, ekranlarda boşa sarfedilmiş saatlerce sözden daha etkili olurdu.
Uzun zamandır, derdini bu kadar iyi anlatan, çözümü bu kadar bütünleşik ortaya seren ve kazanıma dair umut veren bir şeyle karşılaşmamıştım.
Bütün salon, 80 dakikada güçlenerek çıktı belgeselden.
Çözüm bazen bu kadar gözümüzün önünde işte.
Reyhan’ın film sonrası sözlerine tutundum: “Biz üç deli kadındık, yaşamaya çok istekliydik. Bardakta bir damla dahi olsa ona tutunmaya çalıştık. Anne, baba, kardeş olmak için kan bağına ihtiyaç yoktur.”
Bir damla suyumuz var, ona tutunarak hepimiz başarabiliriz. Çünkü yaşamaya istekliyiz. Yeter ki eller buluşsun.
- Uykusuzluk üzerine 11 Ocak 2025 05:00
- Merhaba yeni sene, mutluluk hangi seneye? 04 Ocak 2025 06:30
- Uyanık tutan sorular 21 Aralık 2024 05:15
- Kara kış 14 Aralık 2024 04:45
- Karar üzerine tartışma 07 Aralık 2024 06:25
- İçimdeki taziye çadırı 30 Kasım 2024 06:10
- Had aşımı 23 Kasım 2024 05:04
- Kitap-defter açık sınav 16 Kasım 2024 04:47
- Soru 09 Kasım 2024 04:19
- Bi'şey 02 Kasım 2024 04:47
- Bazı huylarımız iyi değil... 26 Ekim 2024 04:25
- El artırmak üzerine 19 Ekim 2024 04:24