Şeyhi ve Şeyh Bedrettin
"Harname" kitap kapağı
Biliciler öyle rivayet ederler ki 15. yüzyılın ilk çeyreğini biraz geçe terkidünya eyleyen Yusuf Sinaneddin tıp ile uğraşıp bu alanında kendini kanıtladıktan sonra gözlerinden rahatsız olan ve de 1413/1421 yılları arasında tahtta bulunan Sultan Çelebi Mehmet’i tedavi eder. Padişah da altta kalmaz ve Kütahya’da Tokuzlu adlı bir köyün tımarını ona verir. Sonraları Hacı Bayram Veli’ye bağlandığından “Şeyhî” olarak nam salan şairimizin memleketi de Kütahya’dır zaten.
*
Şeyhi Türkçenin hiciv başyapıtlarından Harname’nin yazıcısıdır, bu adı günümüze Eşeğin Hikayesi biçiminde uyarlayabiliriz.
Ama önce onun yazılış nedenine de bir göz atmak gerektiğini belirtelim.
*
İlk rivayet yukarıda kısaca anlattığımız, aşağıda biraz daha ayrıntılı anlatacağımız olaydır.
İkincisinde Sultan Çelebi Mehmet ya da namıdiğer 1. Mehmet ikinci plana düşer; oğul 2. Murat birinci plandadır.
1421/1444 yıllarında hüküm süren 2. Murat, Yusuf Sinaneddin’i pek beğenir. Ona vezirlik vermek ister. Ama saray demek entrika demektir. Kötülerler Padişaha Sinaneddin’i ve derler ki, çok iyi bir şairse hamse (beşleme) yazsın da vezirliği öyle hak etsin.
Kaynaklarda farklılıklar olmakla birlikte Farsçadan birçok şair tarafından da aktarılan Hüsrev ü Şirin’i yazar/çevirir ve padişaha sunar.
Şair, 2. Murat’tan vezirlik yerine hediyeler alır ve memleketine dönmek üzere yola çıkar. Yine kaynaklar aktarır ki padişahın Şeyhi’ye hak ettiği için verdiği hediyeleri hak etmeyen kişiler zorla sahiplenir: Soyarlar sevgili şairimizi.
Şairlerin kılıcı, kalkanı yoktur; kalemi vardır. O da oturur ve son beyitlerin birinde “Adalet, ey adil padişah adalet!” diye feryat ettiği Harname’yi yazar.
Bu ikinci rivayet doğru olmasa gerek, çünkü Şeyhi, Hüsrev ü Şirin’i bitiremeden gözlerini dünyaya kapamıştır. (Mesneviyi başkalarının tamamladığına ilişkin bilgiler mevcuttur.)
*
Başa dönelim ve ayrıntılara girmeden Ankara’da bulunan Padişah 1. Mehmet’in beter göz ağrısını Şeyhi’nin iyileştirdiğini söyleyelim. Padişah da şairi ihsanlara boğar; bahsettiğimiz köyün tımarını verir.
*
Şeyhi, alacağını tahsil için köye gider. Ancak topraktan öğrenip kitapsız bilen ve Nasrettin Hoca gibi ağlayan Bayburtlu Zihni gibi gülen Türk köylüsü bu gelişi pek hayra yormaz. Aralarında ne geçti bilinmez. Bildiğimiz tek şey Şeyhi’nin temiz bir sopa yediğidir.
Artık, tımarını almak için Türk köylüsünce “tımar” edildiği zaman mı yoksa daha sonraları mı bilemeyiz ama şairin aklına Fars diyarında ilim tahsil eylerken okuduğu Emir Hüseyin Guurî’nin Zâdü’l Müsafirin adlı yapıtındaki altı beyit içerisindeki eşek hikayesi gelir. Bu hikayede, kuyruksuz bir eşek vardır; bunu kendine dert eden ve kuyruk aramaya çıkan, bir tarlanın yanından geçerken tarla sahibi tarafından kulakları da kesilen bir eşek.
Şeyhi bu feyzle Harname’nin dizelerini dizmeye başlar. Kitabın asıl bölümü, ölümü iyice yaklaşmış, vücudu yara bere içindeki eşeğin sahibi tarafından azat edilmesiyle başlar. İnsanoğludur bu, iliğini kemiğini sömürene kadar çalıştırır, kendisine yaramayacağını anlayınca da “özgürlüğünü” verir. ( Gel de anımsama: Abbas Sayar / Yılkı Atı.)
*
Azat edilen eşek, besili öküzleri görünce eşitlik-eşitsizlik teorileri geliştirir.
*
Kim bilir, belki Şeyhi çağdaşı olan, müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’le birlikte isyan bayrağını açan ve 1421’de tahta 2. Murat namıyla geçmeden daha Şehzade Murat iken isyanını bastırıp, yakalayıp astırdığı Şeyh Bedrettin’in düşüncelerinden etkilenmişti. Belki onları yermek için yazmıştı Harname’yi, belki desteklemek için.
*
Kendisinin yıllarca ağır koşullarda çalıştığını düşünür eşek; öküzlerin de başka iş kolunda, üstelik hadım edilerek iliğinin kemiğinin sömürüldüğünü düşünmeden, onların herhangi bir derdi olmadığı sonucuna varır tüylerinin parlak renginden. Bir de üstüne üstlük başlarında taç vardır. Sonuçta bir eşitsizlik olduğuna hükmeder bizim garip eşeğimiz ve eşeklerin pirine gider.
*
Pir, yaratılan her şeyin bir amaca hizmet ettiğini, görev ayrımı ilkesi gereğince eşeklerin görevinin yük taşımak olduğunu; öküzlerin, tarla sürüp buğday üretimine, dolayısıyla ekmeğin yapımına neden olduklarını, bundan dolayı da sahiplerince iyi beslendiklerini filan anlatır ama çalışanların da belli bir yaşam standardı olması gerektiğini belirtmez. Pir anlatırken bizimkinin aklı, kendisi gibi sömürülen öküzün tatil döneminde neşeyle dişlediği, afiyetle mideye indirdiği taze buğdayda olduğundan lafı tersten anlar. Zaten dememişler mi, ne kadar bilirsen bil anlatacağın karşındakinin anlayacağı kadardır. Gider, tarlaya dalar. Tarladaki eşek öykülemesi harikadır:
“Yiye yiye karnı doydu, şarkı söylemeye başladı. Yere yatıp yuvarlandı, ağnandı. Şarkı söylerken çektiği sıkıntıları andı. (Bundan çok çabuk kurtuldu.) Eğlence erbabı demiş ki: Nimetler nağmesiz olunca dert olur. Sonra içindeki neşeye kendini kaptırınca, neva, uşşak ve rast makamından söylemeye başladı. Gitgide sesine de düzen verdi ve muhayyer makamını da şöyle bir yokladı.”
*
Her eğlencenin bir sonu vardır. Ama bizimkinin sonu bu güzel, bol müzikli ve taze buğday menülü eğlenmeye karşılık hiç iyi olmaz. Tarla sahibi tarlasından gelen bu güzel makamlardan anlamaz! İşittiği anırtılar üzerine olay mahalline intikal ettiğinde gördüğü manzara bütün cinlerinin tepesine üşüşmesine neden olur, eşeği bir güzel döver, dövdükçe hırslanır, sonunda zavallı eşeğin kuyruğunu ve kulağını da kesip yüreğini soğutur.
*
Şeyhi, eşeğin hikayesini “Öküzlere özenerek onların başına konan taca (boynuza) heves ettim ama kulağımı da kestiler” diyerek sonlandırıp kendi durumuna geçer:
“Gam yükünü çeken ve tasa balçığına şaşkın, sersem biçimde saplanan o topal eşek benim” diye başladığı yakınmasını eşekle kendisi arasındaki benzerliklerden dem vurarak sürdürüp padişaha kendisini soyanların yakalanması için bir ferman çıkarmazsa hikayedeki eşek gibi olacağını iletir.
*
Ne diyelim? Eşitlik-eşitsizlik, dağ kanunu-adalet, hak arama-hayatın gerçekleri üçgeninde; hatta “Sana ne, otur oturduğun yerde” dörtgeninde sosyal bir olay olarak niteleyebileceğimiz Eşeğin Hikayesi’nden herkesin kendince çıkaracağı bir sonuç vardır.
Bizim çıkardığımız sonuç: Hak aramak kendini başkalarıyla kıyaslayarak ilgiliden rica etmek değildir; ürettiğin artı değer üzerinden hak ettiğini kimseye bırakmayıp söke söke almaktır.
- Almancılar 24 Aralık 2024 04:15
- Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca 17 Aralık 2024 12:00
- Sermaye karşısında direnen emekçilerin romanı: Çıkrıklar Durunca 10 Aralık 2024 04:15
- “Solculuk / zor yolculuk”: İhsan Yılmazşamlı 03 Aralık 2024 04:30
- Erol Toy’un ‘İmparator’u ve ‘Arçelik’ 26 Kasım 2024 04:46
- Dolmuş çırakları 12 Kasım 2024 04:30
- Tarladan çıkıp madene inenlerin hikayesi 22 Ekim 2024 04:56
- Narin artık dönmeyecek 09 Ekim 2024 04:15
- Refik Halit’in ‘Fotika’ ve ‘Hasip Efendi’si 24 Eylül 2024 04:43