12 Ocak 2025 04:51

Ekonomik kriz çevrimleri ve emek

Adana 1 Mayıs'ı

Fotoğraf: Volkan Pekal/Evrensel

PAZAR
Paylaş

Ekonomik krizler tüm ekonomiyi çökertmekle beraber, toplumsal sınıfların politik güçleriyle ters orantılı olarak bireyleri yoksulluğa ve çaresizliğe sürükler. Kriz yaşayan bir ekonomiden sermaye kaçarken faaliyet alanları daralır, yükselen enflasyon ücret ve gelirleri eriterek, özellikle işsiz konumdaki emekçileri ve halkı derin bir yoksulluğa ve çaresizliğe sürükler. Daralan ekonomik süreçte kırsal bağlantıları olanlar kentsel alanlardan kırsal alanlara göç ederek, bir nebze de olsa yaşam koşullarının aşırı erimesine engel olmaya çalışırlar. Ülkemizde az olmakla beraber, kırsal bağlantıları olmayan kent-yoksulları ise derin ekonomik ve psikolojik sorunlarla boğuşmak zorunda kalır. Krizlerde yükselen işsizlik ve yıpranan aile yapıları kadınları ve çocukları şiddetle vurur. İnsanların ileriye ait umutlarının tükendiği durumlarda psikiyatrik bozukluklar ve kişilik sorunlar oluşur ya da baskılanan sorunlar su yüzüne çıkar. Yeterli beslenememe ve yoğun barınma sorunları salt o dönemin insanlarını etkilemekle kalmaz, koşullara bağlı olarak ileri dönemlerde bazı bedensel ve mental hastalıkların ortaya çıkmasına sebep olarak, toplumun sağlık yapısını bozar, sosyal sermayenin zaman içinde nitel açıdan erimesine yol açarak, toplumun geleceğini tehlikeye atar.

Türkiye, çevresel konumlu bir ekonomi olarak, zaman zaman değişen boyutlarda cari açık ve kamu açığı vermekte olup, daimi risk potansiyeli ile mahluldür. Temel kriz sebebini oluşturan ikiz açık ve/veya yüksek enflasyon ve yüksek faiz gibi yapısal olgular aslında altyapıda üretim süreçlerinde var olan temel sorunların göstergeleridir. Zaman içinde uygulanan dışa kapalı büyüme stratejileri ikinci sınıf sanayileşmeye yol açarak, büyüyen nüfusu ve yükselen sosyal talepleri karşılayamamıştır. Nitekim üretimin karşılayamadığı talebin karşılanması hedefi, 1980 politikalarıyla ekonominin finansal alana savrularak, halen devam eden sıcak para politikalarına yönelmesi sonucunu doğurmuştur. Ancak finans piyasasının sığlığı da ani finansal şokların ülke sathında yarattığı risk boyutunu büyüterek, krizlerin sıklaşmasına neden olmuştur. Sıcak para politikası daimi cari açığın mevcudiyeti ve uluslararası ölçütlere göre yüksek borç stoku muvacehesinde ani finansman olanağı sağlama kolaylığı yaratırken, bir yandan ulusal ekonomide kriz riskini yükselterek, diğer yandan da dış ticaret hadlerini ithalat lehine çevirerek sorunu büyütüp uzun vadeye taşımış olur, nitekim Türkiye’de de bu sorun yaşanmıştır ve halen de yaşanmaktadır. Şöyle ki, sıcak para süreci, kısa dönemde cari açığın finansmanına çare oluştururken, bozduğu dış ticaret hadleri nedeniyle ithalatı yükseltip ihracatı baltalayarak uzun dönemde cari açığın sürgit devamına, hatta zaman içinde yükselmesine sebep olmuştur. Bu durum, reel üretim yanında ikincil sektör olması gereken finansal kesimi birinci sektör konumuna çekmiştir. Dış ekonomilerle finansal ilişki, uluslararası piyasalardan daha yüksek faiz haddinin cari olduğu ülkenin sıcak para çekmesini kolaylaştırır, fakat bu dinamik ekonomiyi uzun vadede krize sürükler. Şu anda Türkiye’nin işinde bulunduğu durum tam da bu olarak, halkın ve emekçilerin üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı yapmaktadır.

Temelde yapısal sorunların üzerinde yükselen yanlış ya da isabetsiz politikaların sürüklediği kriz ortamı emek cephesini ve halkımızı üç kez vurmuştur. Vurmuştur sözcüğünü kullanmanın mantığı şurada yatmaktadır ki, emekçi ve genel halkımız üzerindeki sistemik sermaye baskısı her daim mevcut olmakla beraber, genel durumun dışında kriz dalgasının belirgin yükseldiği üç dönem öne çıkmaktadır. Krizin yükseldiği dönemler olarak, birincisi Tansu Çiller dönemindeki 5 Nisan kararlarına yol açan kriz, ikincisi Özal dönemi başlangıcında uygulanan 24 Ocak kararlarına yol açan kriz, nihayet üçüncüsü ise günümüzde yaşanan derin kriz ve Mehmet Şimşek’in politikalarıdır.

1961 Anayasası kalkınmacı ve görece sosyal demokratik önlemleri ile öne çıkar. Anayasa hükümleri doğrultusunda Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu ve beşer yıllık kalkınma planları yapıldı. Planlama-programlama-bütçeleme sistemi (PPBS) olarak bilinen bu dönemde, iki sebepten dolayı beklenen sonuç elde edilemedi. Bunlardan birincisini Güney Kore ve Endonezya örneklerinde olduğu gibi, gelişen sektörlerin tedricen dış rekabete açılımı sağlanamayıp, içeride başat yerli sanayi yapısının etkisiyle mutlak kapalılık modeli uygulaması oluşturur. Dönemin ikinci zaafını ise,  montaj işlemlerinde bazı Batılı firmalarla yapılan “montaj sözleşmeleri” çerçevesinde girdi fiyatlarına hakim olamamanın yanında, üretimin dış piyasaya satışının yasaklanması oluşturur. Böylece, görünürde teknolojiye dayalı sanayileşmeye geçildiği halde, özde düşük verimlilik nedeniyle sanayi yapısı dış dünya ile rekabet olanağını kaybediyordu. Sonuçta, planlı kalkınmaya umut bağlandığı 1960’lar başarısız şekilde kapanmaya yüz tutmuş oluyordu.

1970’lerde, etkisini kaybetmekle beraber, planlama uygulamasının devam etmesi sürdürülürken, ekonomiye büyük darbe vuracak iki olay gerçekleşmiştir. Bunlardan birincisi, 20 Temmuz 1974 tarihinde gerçekleştirilmiş olan Kıbrıs Barış Harekatı ve ertesinde uygulanan ambargonun ekonomide büyük çöküntü oluşturmasıdır. Ekonomiyi olumsuz etkileyen ikinci olay ise, 1972 ve 1974 yıllarında dünya petrol fiyatlarının kademeli olarak yükseltilmesi ve bunun tüm petrol üreticisi olmayan gelişmekte olan ülkeler gibi Türkiye’yi de ağır şekilde vurmasıdır. Bu koşullarda yaşanan büyük bütçe açığı ve cari açık ekonomiden para çıkışına sebep olarak faizlerin yükselmesine yol açmıştır. 1975 yılından itibaren kademeli olarak yükselen tüketici fiyatları 1980 yılında yüzde 115.6 zirvesine ulaşmıştır. Aynı yılda üretici fiyatlar düzeyinin yüzde  94.7 olması enflasyonun üretim maliyetleri yönlü olduğuna işaret ediyordu. Ekonomi daralmış, dış kaynaklar ekonomiye girmiyor, aksine olumsuz beklentiler nedeniyle para yurt dışına kaçıyordu. Bunun üzerine Özal, ekonomiyi dışa açıcı, içeride özelleştirmelere ağırlık verici, faiz ve kur gibi bazı alanları serbest piyasaya bırakıcı zecri IMF tedbirlerine yöneldi. Önce yüksek oranda devalüasyon yapıldı ve günlük kur uygulamasına geçildi, devletin ekonomideki payını küçültücü önlemlere yönelindi, destekleme alımları sınırlandırıldı, sübvansiyonlar daraltıldı, dış ticaret serbestleştirildi ve ithalat kademeli olarak libere edildi. Dikkat edilince anlaşılıyor ki, ekonomi emperyalistlere açılırken, devlet geri plana çekiliyor ve ekonomik soygun emekçilerin ve halkın baskılanması üzerinden gerçekleştiriliyordu. IMF politikalarına girilmiş olduğundan yoksullaşan emek ve halk kesimlerine rağmen ilk dönemlerde makroekonomik göstergelerde rahatlama görüldü, fiyatlarda da, dalgalanmalarla, 1985’lere kadar geriledi. Ancak, makro göstergelerdeki olumlu görüntüler geniş çapta emek kesimi ve halkın üzerinde yükseliyordu.

Askeri darbe yönetiminde uygulamaya koyulan 24 Ocak 1980 kararları ekonomiyi kısmen toplumu koruyucu kamusal yönetimden özel sektör yönetimine, hatta emperyalizm etkisine sokuyordu. Bu bağlamda 24 Ocak 1980 tarihi ve kararları, salt ekonomik olmanın ötesinde günümüze dek sürecek, halk ve emekçiler üzerinde baskıcı bir politika modeli olarak görülür. Bu kararlarla, Türkiye IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla kapitalizmin merkez ekonomilerine bağlanmış oldu. Günümüzün ultra-sömürücü neoliberal politikaları da aynı kanaldan Türkiye’ye girmiştir. IMF destekli 24 Ocak kararlarının işçi sınıfı üzerindeki etkisi düşük ücret politikaları olarak gerçekleşmiştir. Ücret dışında, sendikal haklar ya da sair baskılara karşı direnen emekçiler çeşitli baskı ve saldırılara maruz kaldılar. 24 Ocak kararları sonucunda güvencesiz ve sendikasız çalışma yaygınlaştı, emekçilerin ulusal gelirden aldığı pay geriletilerek çalışma yaşamında yoksulluk yaygınlaştı. Bu dönemin ileri yıllara yayılan etkileriyle, özellikle AKP döneminde hızla gerçekleştirilen özelleştirmeler sonucunda emekçiler arasında işsizlik arttı, sendikalaşma oranı düştü, geçici, güvencesiz, kuralsız ve esnek çalışma düzeni yaygınlaştı. 24 Ocak 1980 kararları anlık ve özellikle de ileri yıllara etkisiyle Türkiye’de sömürücü iç sermaye ve emperyalizmin etkisinin yerleşmesinde kilit taşı olarak görülebilir.

1980’lerin sömürücü politikalarına emeğin feda edilmesine karşın, geçmişin korumacı politikaları sonucunda verimliliği düşük sanayi yapısı gerekli hamleyi yapamamıştır. Bu sebeple, ekonomi daralırken, kamu açığı ve cari açık sonucunda fiyatlar ve faiz haddi yükselişe geçti. 1994 yılına gelindiğinde ekonomi fevkalde zor koşullarda idi. Zira 1980 Özal dönemi son yılları çöküntüleri sürüyordu. 1989 yılında yüzde 68.8 olan enflasyon 1994 yılında yüzde 125.5 düzeyine çıkmıştı. Ekonominin döviz rezervleri kısa süre içinde 7 milyar dolardan 3 milyar dolara gerileyerek eriyor, Dolar hızla değer kazanıyor, doğal sonuç olarak iflaslar artıyor, işsizlik yükseliyor, enflasyon yüzde 150’ler düzeyine dayanıyor, cari açık 6 milyar dolara çıkıyor, kısacası ekonomi yüzde 6 küçülüyordu. Tüm bu olumsuzluklar karşısında, 27 Mart 1994 yerel seçimleri atlatıldıktan sonra, ekonomiyi toparlayacak ve yeni rayına oturtacak 5 Nisan kararları alındı ve devreye sokuldu. İlk olarak, Türk lirası yüzde 38 devalüe edildi ve yeni bir kur belirleme sistemine geçildi. Emekçiler cephesine gelince, memur ve işçi ödemeleri kısıtlı olan bütçede gereği kadar yükseltilemediği gibi, fazla mesailer yarı yarıya düşürüldü. Kamu personel alımı durdurularak işsizlik yükseldi. Emeklilik için prim sayısının yükseltilmesi için çalışmalar yapılarak, sürenin kadınlarda 7 bin 200, erkeklerde ise 9 bin güne çıkarılmaya çalışıldı. Vergi mükelleflerinden ek vergi alınması yoluna gidildi. Türk lirası tekrar devalüe edildi ve bu durum fiyatlara yansıdı. Sonuçta, dar ve sabit gelirliler yükselen enflasyonda hızla yoksullaştı, kapanan iş yerlerinde sermaye kaybı yanında, işsizlik yükseldi. Buna karşın döviz yatırımına yönelen yüksek gelirli kesimler önemli kazançlar sağlamış oldular. Yalpa yaparak yürütülen politikalar ve çeşitli sarsıntılarla geçen 1900’lerin sonunda yine bir krizle karşı karşıya kalınıp 1999 yılında IMF denetimine girildi, 2000 yılında ise IMF politikasına resmen geçildi. 2000 IMF programı ve 2001 Derviş düzenlemesi ile dalgalı kura geçilmesi, 24 Ocak 1980 politikasına analojik görülebilir, Şöyle ki, ekonomi denetimsiz olarak dış dünyaya açılarak, IMF garantili ülke ekonomisi atıl dış sermayeye denetimsiz açılmış oluyordu. Küresel krizi atlatamamış olan Batı dünyası atıl finans ve reel yatırımcı sermayeleri ile Türkiye’yi işgale yöneldi. Bunun sonucudur ki, “Bütçeden bir kuruş dahi çıkmıyor” avazlarıyla girişilen yap-işlet-devret ya da kamu-özel ortaklığı projeleri ile ülke adeta finansal alanda seyreden üçüncü paylaşım savaşına itildi ve malum sonuç olan, torunlara dek uzanacak harp tazminatı ile karşı karşıya kaldık. Yerli ve yabancı ortaklığı formatında çalışan firmalara verilen garantilerin bedeli döviz olarak fiilen kullananlar ve kullanmayanlar tarafından, yani halkın vergileri tarafından ödenmektedir. Bu ödemelerin yükü, ağırlıklı olarak adaletsiz dolaaylı vergilere dayalı genel gelir sistemine dayandırıldı. Garanti koşullarında kamuoyuna yansıyan hata, aslında hata olmayıp, firmaların devlet üzerinden halka yönelik sömürücü politikasının dayatmasıdır. Hal böyle olunca, karşımıza çıkan bedelin toplumsal dağılımı, kapitalist mantığa göre toplum kesimlerinin siyasal güçleri oranında gerçekleşir olduğundan, maliyetler ağır olarak dar ve sabit gelirli kesimler ve emekçiler üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Günümüzde yaşanan ekonomik çöküşün bir başka nedeni de, “nas” mantıksızlığı görüntüsünde, fakat siyasi olarak yerel seçimlere gidilirken piyasaları canlı tutabilmek amacıyla yükselme eğilimindeki faizlerin iradi olarak baskılanması ve bunun sonucunda da döviz kurunun ani yükselişe geçerek, ekonomide ciddi maliyet enflasyonuna yol açmasıdır. 2022 yılında zirveye çıkan üretici fiyatları yüzde 97.7 düzeyine ulaştı. Sanayi girdilerinde büyük oran oluşturan ithalat, fiyat yükselişlerinde başat rol yüklendi. Kur yükselirken, liradan kaçışı önleyebilmek için “kur korumalı mevduat” oluşturularak Merkez Bankası ve Hazine üzerinde ağır yük oluşturuldu. Denetimden çıkan ekonomiyi rayına oturtmak ve dış kaynak sağlayabilmek için IMF gerekli iken, bu kez gölge rolde Mehmet Şimşek devreye alındı. Şimşek de, manevra alanı dar olarak, enflasyon hedeflemesi yaparken, merkezi devlet harcamalarına, saray harcamalarına ve kamu israfına fazla dokunamadan doğrudan emekli halk kesimine ve emekçilere yöneldi. Fiyat dengesi sağlamaya yönelik olarak emekli maaşlarının ve asgari ücretin baskılanması, söz konusu kesimleri geçinme ve yoksulluk düzeyinin altına itilirken, gerek kur korumalı mevduat zenginleri, gerek gelir düzeyini enflasyonun üzerinde tutabilen, hatta yükseltebilen kesimler, varsıllıklarını yükseltmiş oldular. Yaşanan ağır enflasyon bir yandan yüksek kurlarla maliyet yönünde gelişirken, diğer yandan da monopolist firmaların yüksek kârları sonucunda oluştuğu halde, Şimşek’in talep enflasyonu görüşünde ısrarı, hem saray ve kamu kesimi harcamalarına yönelememesi, hem de yüksek döviz kuruna bağlıdır.

Ekonomik krizlerin sebebi ne emekçilerdir, ne de halktır, tek sebep sermeye unsurunun devinimleridir. Sermaye devinimleri gelişmiş ekonomilerde kâr azalması şeklinde Marksist kriz şeklinde ortaya çıkar. Buna karşılık gelişmekte olan ekonomilerde ise üretim ve/veya tasarruf yetersizliği şeklinde ortaya çıkar. Ancak günümüz ekonomilerinde ekonomilerin birbiri ile yakın bağlar içinde bulunması gelşişmiş merkezlerde oluşan Marksist krizlerin dış ticaret yolu ile gelişen merkezleri de etkilemesi söz konusudur. Özellikle de finansal akımlara kapılmış gelişmekte olan ekonomilerde serseri fonların ülkeye ani giriş ve çıkışları da finansal krize yansıyabilir. Tüm krizler hangi sebeple ne tür ekonomide çıkarsa çıksın toplumu işsizlik, yoksulluğa sürüklenme gibi sosyal felaketlerle baş başa getirir. Kapitalist sistemin özelliği olarak da tüm krizlerin toplumda yansıma biçimi sosyal sınıfların toplumsal güç dengeleriyle ters orantılı olarak yaygınlaşması şeklinde tezahür eder. O nedenledir ki, krizlerden sorumlu olmamakla beraber, krizlerin en ağır yükünü çekenler emekçiler, emekliler ve toplumsal güçsüz kesimler olur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa