Adsız süreç, çözümsüz barış!
Fotoğraf: DEM Parti
Haftaya gözaltında olan Mersin Akdeniz Belediyesi Eş Başkanları Hoşyar Sarıyıldız ve Nuriye Arslan’ın tutuklanması ve belediyeye kayyım atanması haberiyle başladık. Hafta sonu partisinin Diyarbakır ve Urfa kongrelerinde hangi mesajları vereceği merak edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, adı konulmamış yeni süreçle ilgili “Bu Kürt kardeşlerimizle ilgili bir konu değildir. Sadece terör örgütünün tasfiye edilmesiyle sınırlı bir husustur” açıklamasını yaparak Kürt sorununun çözümü konusunda mesaj vermesi beklentilerini boşa çıkardı. Dahası AKP’nin Urfa kongresinde sahneye tekerlekli sandalye ile çıkartılan Şarkıcı İbrahim Tatlıses üzerinden Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yeniden aday olacağını ilan etti. Buna karşın Öcalan’dan mesaj getiren DEM Parti heyeti, Meclisteki partiler ve cezaevlerindeki siyasetçilerle yapılan görüşmelerden sonra sürece dair umutlu mesajlar veriyor. Yine adı konulmamış sürecin sözcülüğünü yapan Devlet Bahçeli’nin partisi MHP’nin geçtiğimiz hafta içinde sosyal medyadan yaptığı “Barışla herkes kazanır” paylaşımı dikkat çekici bir diğer gelişme oldu.
Bir yandan adı konulmamış bir ‘süreç’ devam ediyor ama öte yandan bu süreçte Kürt sorununun çözümü konusunda hiçbir somut adımın konuşulmadığı bir ‘barış’ hedefi öne konuluyor. Dolayısıyla bu gelişmeler sadece kafa karışıklığına yol açmıyor, bu süreçte nasıl bir tutum alınması gerektiği konusunda da soru işaretleri yaratıyor.
Bahçeli’nin 1 Ekim’de Mecliste DEM Parti’lilerle tokalaşarak ilk adımını attığı bu süreçle ilgili akılda tutulması gereken ilk şey, hareket noktasının bölgedeki ve özellikle Suriye’deki gelişmeler olduğudur ki Bahçeli de attığı adımla ilgili bölgedeki gelişmeleri işaret etmişti.
Özellikle Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi sonrasında ABD ve Fransa’dan İsrail ve Körfez’deki Arap rejimlerine kadar birçok aktörün devrede olması, bu sürecin sadece ülkedeki iktidar ve Kürt hareketi (Öcalan-SDG-PKK) arasında bir süreç olarak ilerlemediğine işaret ediyor ve zaten sürecin önündeki belirsizlikler de büyük oranda bu durumdan kaynaklanıyor. Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da pazar günü Suriye gündemiyle yapılan toplantıya Arap Birliği, BM, AB, ABD temsilcileri ile Dışişleri Bakanı Fidan’ın katılması, sahadaki aktörleri de önemli oranda açıklıyor. Fidan’ın geçtiğimiz günlerde “ABD’nin arkasına saklanan aktörler” sözleriyle Fransa’ya sert tepki göstermesinin arkasında da Fransa’nın SDG’ye destek vererek Erdoğan iktidarının manevralarına karşı tutum almasına duyulan öfke bulunuyor.
Ülkedeki iktidar, Suriye’de Öcalan’ı ‘önder’ olarak gören SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) ve Rojava’daki özerk yönetimin yeni Suriye’de elde edeceği statünün ülkedeki Kürt sorununa dolaysız etkileri olacağını görüyor ve bu süreci kontrol altına almaya yönelik hamleler yapmaya çalışıyor. Bu nedenle Bahçeli içeride Öcalan’a çağrı yaparak olası risklere karşı bir ön alma politikası uyguluyor ve Fidan da dışarıda ABD emperyalizmi başta sahadaki aktörlerle Kürtlerin pozisyonunu olabildiğince sınırlamaya yönelik pazarlıklar yapıyor. Fidan’ın pazarlığı SDG’nin kendini tasfiye etmesinden başlatması ve sahada SMO’nun (Suriye Milli Ordusu) saldırılarının devam etmesi, Suriye’de Kürtlerin gücünü sınırlama politikasının iki boyutunu oluşturuyor. Ancak SDG’nin kendisini tasfiye etmesini isteyen Fidan, Türkiye’nin maaşa bağladığı cihatçı gruplardan oluşan SMO’nun kendini neden feshetmediğini de açıklamıyor.
DEM Parti heyetinin İmralı’daki Öcalan’la ikinci görüşmesini yapmasının beklendiği bugünlerde Mersin Akdeniz Belediyesine kayyım atanması, bu sürecin içeride nasıl yürütüleceğinin işaretlerini veriyor. İktidar çözüm yönünde demokratik adımlar atmak bir tarafa süreci kontrol altında tutmak amacıyla Kürt hareketine ve demokrasi güçlerine karşı saldırı ve baskı politikasını devam ettiriyor. İstanbul Esenyurt’tan sonra Mersin Akdeniz Belediyesinin de kayyım politikasının öncelikli hedeflerinden biri yapılmış olması, iktidarın DEM Parti, CHP ve demokrasi güçleri arasındaki iş birliğinden duyduğu rahatsızlığı ve bu iş birliğini dağıtma isteğini ortaya koyuyor.
Özellikle liberaller ve Kürt burjuva çevreleri, partisinin geçen hafta sonu gerçekleştirilen Diyarbakır il kongresinde Erdoğan’dan 2005’te yaptığı konuşmaya (Kürt sorunu benim sorunumdur) benzer bir konuşma yapmasını bekliyorlardı. Erdoğan bu beklentiye 2002’de çatışmasızlığın sürdüğü dönemde yaptığı “Düşünmezseniz Kürt sorunu yoktur” açıklamasının güncel bir versiyonu ile çıkarak geliştirilen sürecin Kürtlerle bir ilgisinin bulunmadığını söyledi.
Kürt illerinde DEM Parti’li belediyelere kayyımlar atanıyor, binlerce Kürt siyasetçi cezaevlerinde tutuluyor, Kürtlerin ana dillerinde eğitim talebi önündeki engeller devam ediyor, Kandil’den Şengal’e ve Rojava’ya kadar Kürt bölgelerine operasyonlar yapılıyor ama bu sürecin Kürtlerle bir alakası bulunmuyor!
Oysa şurası açıktır: Sorunun eşit haklar temelinde demokratik çözümü için adım atmadan, yani nedenleri ortadan kaldırmadan bugünkü iktidarın yaptığı gibi “PKK silahlarını gömsün”, “SDG kendini feshetsin” diyerek bir sonuca ulaşılması mümkün değildir. Daha 2010’da dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, eğer mesele dağdaki militanlardan ibaret olsaydı “26 yılda (1984’ten itibaren) devletin PKK’yi 5 kez bitirdiğini” söylüyordu. Başka bir deyişle bugün PKK de SDG de sorunun kaynağı değil, bugüne kadar uygulanan ve çözümsüzlüğü derinleştiren politikaların birer sonucudur.
Tablo ortada: Türkiye, Başbuğ’un bu tespiti yaptığı tarihten bu yana uygulanan politikaların bir sonucu olarak çok daha geniş bir alanda sorunla yüz yüze gelmiş bulunuyor ve karşısında sayısı yüz bine dayanan bir silahlı güç bulunuyor.
İşte ülkedeki iktidar böylesi bir tablo karşısında bir yandan ABD ile pazarlıklar ve öte yandan Öcalan’la yapılacak görüşmeler üzerinden sorunu çözmeyi değil, süreci kontrol altında tutmayı ve olası risklerin önünü almayı hedefliyor. Bu hedefe ulaştığı oranda içeride de Anayasa’yı değiştirerek Erdoğan’ı yeniden aday yapmak ve iktidarını kalıcılaştırmak istiyor.
Ancak bütün bunlara rağmen sorunun şu ya da bu şekilde kamuoyunun önünde tartışılmaya açılmış olması da önemsiz değildir. Çünkü ülkedeki emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu gelişmeler karşısında ortaya koyacağı tutumun sürecin adının ve çözümün çerçevesinin belirlenmesi bakımından önemli bir rol oynayacağını da unutmamak gerekiyor. Yoksa ülkedeki iktidardan emperyalist güçlere ve bölge gericiliklerine kadar her aktörün devrede olduğu bir süreç karşısında halk güçleri gereken tutumu almaz ve ülkede demokrasi ve bölgede barış ekseninde birleşik bir mücadele hattı kuramazlarsa kaderlerinin bu güçler tarafından yazılmasını da engelleyemezler.
- Trump, Erdoğan’ı niye övüyor? 10 Ocak 2025 04:40
- Türkiye-İsrail rekabeti ve Kürt sorunu 07 Ocak 2025 05:30
- Suriye’deki gelişmeler ve kapısı aralanan yeni ‘süreç’ 03 Ocak 2025 07:30
- Öcalan'ın mesajı ve yeni sürecin işaretleri 30 Aralık 2024 12:47
- HTŞ yönetimi ve Suriye'nin etnik-dinsel fay hattı 27 Aralık 2024 06:20
- Suriye ve yeni Osmanlıcılık 24 Aralık 2024 05:00
- Düğüm yine Kobanê'de çözülecek! 20 Aralık 2024 05:30
- Yeni Suriye kurtlar sofrasında! 17 Aralık 2024 05:00
- Ankara'da Rojava pazarlığı 13 Aralık 2024 10:10
- Esad rejimi sonrası Suriye ve Ortadoğu’yu ne bekliyor? 10 Aralık 2024 05:30
- Adı konulmamış ‘süreç’te Rojava çıkmazı! 06 Aralık 2024 06:45
- Cihatçı saldırının yol işaretleri ve Halep'te kesişen yollar 03 Aralık 2024 06:55