18 Ocak 2025 05:30

2025 acaba nasıl geçecek? 

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Ben inanamıyorum, bazen öylesine garip sorular sorulup, garip istatistikler gündeme taşınıyor ki, kendimi iktisat fakültesi seminerinde gibi hissediyorum. Bir ülkenin yürüyüşü aylar, hatta yıllar itibarıyla değişmez, değişemez. Nitekim tüm bütçe tasarılarının başlangıç bölümlerinde öyle ifadeler yer alır ki, sanki her yıl güllük gülistanlık olacakmış gibi gelir insana, Peki, öyle olur mu? Hayır, olmaz, zaten olamaz da! Tüm bu ifadeler politik göz boyamadan başka bir şey değildir. Millet bu ifadeleri yutar mı? Milleti bilemem, ama milletin temsilcileri olan parlamenterler bu ifadeleri pekala yutar, yutuyor da, çünkü menfaatleri öyle davranmayı gerektiriyor. O kadar yutar ki, parlamentodaki bütçe görüşmelerinde tasarının başlangıcındaki ifadeleriyle milleti ya da parlamenterleri niçin kandırdıkları sorulmaz dahi. Enflasyon düşürülecek, istihdam yükseltilecek, enflasyon önlenecek gibi kandırmaca ifadeler hemen her dönem politika beyanlarda başköşede yerlerini alır. Fakat hiçbiri gerçekleştirilmez, çünkü gerçekleştirilemez. Çünkü ekonomi her daim politik amaç ve araçlarla yönlendirilemez, sistem kendi organik yürüyüşü içinde devinir. Politikacının müdahalesi kronik olaylarda değil, ancak kronolojik olaylar ya da gelişmelerde kısmen söz konusu olabilir.

Şimdi gelelim 2025 yılına. Her şeyden önce, 2025 yılının ve tüm gelecek dönemlerin de halkımıza ve tüm dünya insanlarına sağlık ve mutluluk getirmesini dileyerek işe başlayalım. Değerli okurlarım, siz şimdi bu dileğe ‘âmin’ diyebilir misiniz? Hayır, diyemezsiniz. Diyemezsiniz, çünkü görünen köy kılavuz istemez. Dünyada da, ülkemizde de işlerin iyi gitmediğini hemen herkes biliyor. Peki, niçin böyle bir dilekte bulunuyoruz? İsmi üzerinde, bu bir dilektir, gerçeğin ifadesi değildir. İşte, bütçelerin başlangıç ifadeleri de bu mealde, tamamiyle dil ucuyla söylenmiş gerçek olmayan ifadelerdir. 2025 yılı aynen 2024 yılı gibi, hatta ondan daha da zor koşullarda geçecektir. Çünkü gidişat böyledir, yoksa bu bir dilek ya da talep değildir. Böyle düşünmemin mantığında da, bir dönemde yaşanan ekonomik koşulların geçmiş dönemler uygulama ve süreçlerinin birikimli sonucu olduğu gerçeği saklıdır.

Peki, bu durumda, 2025’e miras olarak neyin devrettiğini görebilmek için geçmiş dönem uygulamalarına baktığımızda iki vahim hatayı görmekteyiz. Bunlardan birincisi “nas” inadıyla faizin baskılanması ve kurun ani önlenemez yükselişi, diğeri ise yap-işlet-devret ya da kamu-özel ortaklığı ile girişilen garanti ödemeli altyapı yatırımlarıdır. Kapitalizmin yaşadığı üçüncü derin krizini henüz atlatamamış olması sonucunda merkez ekonomilerin çevresel konumlu ekonomilere nasıl saldıracağını iyi hesaplayamayan ülkelerin içine düşeceği kuyuya Türkiye düşmüştür. Ben bu durumu, finansal alanda yürütülen üçüncü paylaşım savaşı olarak tanımlıyorum. Günümüzün finansal işlemleri üçüncü paylaşım savaşında muharebe alanlarıdır. Bu savaşta paylaşım araziler üzerinden değil, ekonomik kaynaklar üzerinden yapılmakta, finansal alanlar ise kaynak aktarım süreçleri olarak görülmektedir. Yap-işlet-devret girişimlerinin garanti ödemelerinin 1935 yılına kadar sürüyor olmasının anlamı, bu süre içinde, çocuklarımıza ve/veya torunlarınıza kadar devam edecek bir harp tazminatı ödeyecek olmamızdır. Durum bu ise, 2025 yılını nasıl tahmin edebilirim ki! Bütçelere ve borç tablolarına baktığımızda borç geri ödeme ve faiz ödemelerinin giderek yükseldiğini görmekteyiz.

Peki, eğer bu durum toplum üzerinde bir yük ise, bu yükü sizce kim çekecektir? Bunun yanıtını da kapitalist politik sistemde aramalıyız. Bu aramada bulduğumuz yanıt şudur: Toplumsal yükü, üretim sürecinde kimler yük çekiyor ise, bu yükü de onlar çeker. Yani, borç ve tazminatın yükünü emekçiler ve emekliler çeker. İşte bu noktada bir nebze duralım ve düşünelim. Emekçiler üretim sürecinde yük çekiyor olduklarına ve patrona ürettikleri bir kısmının mülkiyetini devrettiğine göre, neden hiç değilse söz konusu ilave yükleri patronlar değil de, yine emekçiler çekmek durumunda olmaktadır? Bu sorunun yanıtı, sistemin işleyişi ve ideolojisinde gizlidir. Bu ifadenin en yalın ifade şekli de, toplumsal yük dağılımının siyasi güç dengeleriyle ters orantılı olduğudur. Toplumsal alanda ekonomik olarak güçlü kesimler aynı zamanda toplumsal maliyetleri de en yüksek defedebilecek siyasi güç odaklarıdır. Hal böyle olunca, emekçilere düşük asgari ücret belirlenmesi, emeklilerin ölüme mahkum edilmeleri rastlantısal değildir. Çünkü bu kesimler toplumda en zayıf kesimlerdir.

Peki, bu zulümden kurtuluşun yolu nedir? Yanıt çok basit, örgütlenme ve mücadele! Evet, bu verilen ilk yanıttır, fakat yeterli değildir. Emekçilerin biz dizi sendika ve konfederasyonu yok mu? İşverenlerin, ismi dahi net olarak belli olmayan bir sendikaları var, ama nedense pek ortalarda görülmüyor. Çünkü işverenlerin sendikaları, politikanın en örgütlü oranı olan hükümettir. Durum bu ise, sendikalar ancak çok düşük düzeyde olarak ücret mücadelesi yapabilir, fakat onda da başarı sağlayamaz, çünkü sermayenin sendikası hükümettir. Bu durum ve görüntü bizi siyasi alanda mücadeleye sürüklemeye itiyor. Emekçilerin siyasi alandaki mücadeleleridir ki, emekçilere ve tüm halka asıl yaralı sonuçları getirecek olan. Bundan dolayıdır ki, sendikaların etkin şekilde siyasi alana girmeleri kısıtlıdır, yasaklanmıştır.

Değerli okurlarım, hal bu iken lütfen 2025’te ne olacak diye bana bir şey sormayınız. 2025’in daha iyi olacağı yönünde saçma sapan bilgi verenlere de kulak vermeyiniz. Mücadele evet örgütlü olmalıdır, ancak mücadele alanı ve vasıtası salt sendikal alanla sınırlı görülmeyip, siyasi alana sarkıtılmalıdır. Mücadelede başarının koşulu sermaye ve onun politik ortağı hükümeti korkutmaktır, onun yolu da siyasi mücadeledir. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa