Yeni çözüm sürecinde tarihe düşülmesi gereken not
![](https://www.evrensel.net/images/840/upload/dosya/280803.jpg)
Fotoğraf: DEM Parti
Yeni ‘çözüm süreci’ devam ediyor. DEM Parti heyetinin Abdullah Öcalan’ı ziyareti sonrasında TBMM’de temsil edilen partilerin büyük bir bölümü bilgilendirilmişti. Bu adımı hapisteki Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’a yapılan ziyaretler ve alınan destek demeçleri izledi.
Siyasal iktidarın çizdiği çerçeve içinde gelişen sürecin bilgisi kontrol altında ve Cumhur İttifakının işine geldiği biçimde veriliyor. Yöntemini, aktörlerini, takvimini Cumhur İttifakı kurmaylarının belirlediği ve havucu hemen hiç göstermezken sopayı elden bırakmadığı bu süreci, bilgi kırıntıları üzerinden izliyoruz.
Başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye halklarının geleceği açısından kritik öneme sahip olan bu dönemde komünist/sosyalist çevrelerden gelen yorumların sayısı sınırlı. Herhangi bir siyasal çizgiyi temsil etmeyen kişiler tarafından yorumlar yapılıyor olsa da komünist/sosyalist parti ve örgütlerde konuya ilişkin bir sessizlik hali gözleniyor. Oysa bu çevrelerin ideolojik kapasitesinin ve Kürt halkının özgürlük mücadelesine en elverişsiz koşullarda uzun yıllardır destek vermiş bir geleneğin temsilcisi olmaktan kaynaklanan birikiminin sürece katacağı çok şey var.
Yeni çözüm sürecine ilişkin işçi sınıfı ideolojisini benimseyen parti ve örgütlerin görüş ve koordinatlarını gecikmeden ifade etmeleri gerekiyor. Bu türden bir irade beyanı, “Terör örgütünü yok etmek” vurgusuyla sınırlandırılmış bir yaklaşımın çözüm yolundaki yetersizliğini görünür kılacağı gibi, DEM Parti kurmaylığının şu ya da bu nedenle dile getirmediği boyutların da tarih önünde not edilmesi anlamını taşıyor.
Bundan önceki çözüm sürecine egemen olan aşırı iyimserlik nedeniyle işçi sınıfı siyaseti yapanların eksik bıraktığı eleştirel yorum eksikliği, çöken sürecin sorumluluğuna ortak olmaları sonucunu beraberinde getirmişti. Bu deneyim göz önünde tutularak yeni çözüm sürecine ilişkin eleştirel uyarıların vakit geçirmeksizin kamuoyuyla paylaşılması bir zorunluluk. Asıl söz sahibinin Kürt halkı olduğunun, ezen ulus komünistlerinin kimseye akıl verme niyetinde olmadıklarının altı çizildikten sonra, meselenin tarihsel geçmişinin gözler önüne serilmesi gerekiyor.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında eşitlik halinde ve ortak hedefler doğrultusunda yola çıkılmasına rağmen varılan Türk kimliği merkezli tekçi sonucun, 1916’da imzalanan Sykes-Picot Antlaşması’yla başlayan ve devam eden parçalanmışlığın Kürt toplumunda yarattığı tahrip edici sonuçların, erken dönemde dinsel motivasyon ve aşiret ilişkileri içinde şekillenen isyanların gerekçe ve gelişim dinamiklerinin, hem tek, hem de çok partili dönemde Kürt halkına yönelik baskıların, Kürt milletvekillerinin bir işçi sınıfı partisiyle ilk kez 1965 yılında TBMM’ye seçildiğinin ve tarihsel sürecin şimdilerde unutturulmak istenen diğer boyutlarının detaylarıyla tartışılması, dayatılan müzakere çerçevesinin sağlıklı bir biçimde dönüştürülmesi ve genişletilmesi açısından zorunlu.
Bugünün dinamiklerinin sebep değil sonuç olduğuna değinildikten sonra, bu meseleye hangi ideolojik pencereden bakıldığının net bir biçimde ifade edilmesi gerekiyor. Burjuva siyaseti ulusların geleceğini belirleme özgürlüğünü “güncel koşullar”la kuşatıp konuyu ilkesel bir çerçeveden çok güncel güç ilişkileri içinde tartıştırmaya çalışsa da, konu aslında sosyalist ideoloji ile burjuva ideolojisi arasında bir yol ayrımına denk düşüyor. Bu nedenle, ulusal sorunun çözümünün her alanda köklü bir dönüşüm, bir devrim sorunu olduğunun, ulusal sorunu bastırmakla çözmek arasındaki farkın, çözüm sürecinde ezen ulusun ayrıcalık ve baskılarına karşı mücadelenin merkezi bir öneme sahip olduğunun altı ısrarla çizilmeli. İlhamını Lenin’den alan şekliyle, bir ulusun geleceğini belirleme hakkının yalnızca kendisine ait olduğunun, herhangi bir gerekçeye dayandırılarak bir ulusun kendisini dili, kültürü ve kurumları üzerinden var etme hakkının kısıtlanamayacağının unutturulmaması gerekiyor.
Bu köşede sıkça tekrar edildiği üzere her çatışma çözüm deneyiminin kendine özgü olduğu ve mutlak bir barış formülünün bulunmadığı hatırlatıldıktan sonra, sürecin yakın takipçisi olunması ve üretilecek dönemsel izleme raporları hazırlanarak kamuoyunun düzenli bir biçimde bilgilendirilmesi gerekiyor.
Sonrasında, ‘Uzun döneme yayılmış ve kökü derinlere inen’ bir çatışma konusu olan Kürt meselesinin kalıcı bir barış içinde çözüme kavuşturulması için hedefin net bir biçimde tanımlanması, toplantıların tarafların eşit olduğu ortak bir zeminde sürdürülmesi, görüşmelerin her iki tarafın sadece temsilcileri değil kitleleri tarafından da kabul edilebilir sonuçlar üretmesi, sürecin selameti için seçilmişlerin yerine kayyım atamak gibi manevra ve saldırılardan vazgeçilmesi, halk temsilcileri, mağdurlar ve barışın en samimi savunucusu olan kadınların müzakere masasına dahil edilmesi, olabildiğince geniş ve temsil kapasitesi yüksek delegasyonların özgürce konuşabildiği bir ortam yaratılması, uzman deneyiminden yararlanılması ihtiyacının ısrarla gündemde tutulması gerekiyor.
***
Uluslararası dinamikler gerekçe gösterilerek neredeyse müzakeresiz bir barışın dayatıldığı, Cumhur İttifakının muhatabını kendisinin seçtiği ve toplantı masasında temsiliyeti sınırlandırmaya özen gösterdiği, doğacak siyasal avantajlardan yararlanmayı planladığı bir sürecin içinden geçiyoruz. Kürt halkının barışa susamışlığının ve barış elini uzatan kim olursa olsun tutulması gerektiği yönündeki iradesinin istismar edilmesinden ve çıkacak sonucun kalıcı olmamasından endişelenenlerin sayısı hayli fazla.
Soru işaretlerinin çokluğuyla ters orantılı bir sessizliğin yaşandığı sol siyasal ortamda, komünist/sosyalist parti ve örgütlerin konuya ilişkin görüş ve yorumlarını tarih önünde not etmeleri, müzakere masasındaki ezilen ulus temsilcilerini yorum ve önerileriyle desteklemeleri büyük önem taşıyor. Yeni çözüm sürecine hakim olan kısıtlamalar, ‘yüksek siyaset’in yalnızca egemenler tarafından tercih ve işaret edilmişlerin işi olacağı sonucunu doğurmamalı. Yüksek siyaset her şeyden önce yüzyıllara dayanan nedensellik ilişkilerini gözden kaçırmamaktan, halkların çıkarını gözetmekten ve her türden hegemonyaya karşı durma cesareti göstermekten geçiyor.
Türkiye’de devrimci siyasetin etkisi çıkartabildiği oy sayısı ile ölçülemeyeceği gibi, meşruiyet düzeyi de siyasal iktidarın ürettiği algının çok üzerindedir. Dolayısıyla, yeni çözüm sürecinin dışında bırakılmış komünist/sosyalist kesimin bu konuda ilkesel tutumunu kamuoyuyla paylaşması bir tercih değil, tarih önünde bir zorunluluktur.
***
Irkçı/milliyetçi bağnazlığa karşı barışın diliyle konuşan Hrant Dink’i verdiği keder hiç eksilmeyen ölüm yıl dönümünde saygı ve tabuları kıran yaklaşımına özlemle anıyorum.
Evrensel'i Takip Et