25 Ocak 2025 05:00

Talep siyaseti çıkmazında barınma sorunu: Antakya

Fotoğraf: Önder Karataş/Evrensel

Paylaş

Kartalkaya’daki otel yangını, can kayıplarının nasıl da göz göre göre gerçekleştiğini bir kere daha gösterdi. Bu, mekânsal denetimin nitelikli bir şekilde yapılmamasından kaynaklı, ülkede çıkan ne ilk -ve de bu şekilde devam ederse- ne son yangın olacak maalesef.

Doğa hareketleri ya da insan eliyle gerçekleşen bu tür olayların toplumsal etkilerinin katliama dönüşmesi de ne ilk ve de son olacak gibi duruyor.

6 Şubat ve artçı depremlerinin yıl dönümü yaklaşıyor. Bu vesileyle önümüzdeki günlerde depremi anma etkinlikleri başlayacak. Bir deprem ülkesi olduğu sıklıkla dile getirilen Türkiye’de, deprem güncelliğini hiç yitirmese de ülke çapında alınması gereken önlemler yıllardır alınmıyor.

Diğer yandan deprem illerinde yoğun emek vererek canlı sistemin eşit, adil bir şekilde varlığını sürmesi yararına çabalayan birey/kurumlar da var. Bunlardan biri olan Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından bugün Antakya’da bir çalıştay gerçekleştirilecek. Benim de yer alacağım bu çalıştayın sonuçları TTB’nin 2. yıl raporunda yer alacak.

TTB, depremin ilk gününden bu yana sahada. İki yıldır belirli aralıklarla raporlar düzenliyor ve deprem illerindeki sağlık sorunlarını farklı boyutları ile açık kaynak olarak paylaşıyor. Ben de çalıştaya hazırlık kapsamında, barınmayı bir halk sağlığı meselesi olarak ele alıp, burada da açmaya çalışacağım.

Öncelikle, barınmayı sorunsallaştırırken, tüm canlı sisteminin yaşam hakkını merkeze alan bir yerden konuyu ele alırsak, bunun sadece bina inşa etmeye dayalı bir mesele olmadığı hemen göze çarpabilir. Başlıkta işaret ettiğim iktidardan ricalara dönüşen bir talep siyasetinin de bugünkü barınma sorununa yanıt vermediği ortada.

Çiğdem Toker’in “2025 bütçesi konteynırda” başlıklı yazısından bir alıntıyla bu sözleri destekleyeyim; “Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, birkaç gün önce açıkladı: “Son iki yılda deprem için, 2,6 trilyon TL harcadık …. 2025 bütçesinin neredeyse altıda biri. Ekonomi yönetimine dair söz söyleme yetkisi olanlar deprem harcamalarına değinirken ‘Bu kadar büyük harcama olmasa, iki yakamız bir araya gelebilirdi’ minvalinde konuşuyor… İyi tamam. Depreme çok harcama yaptınız, anladık. O zaman neden 100 binin üzerinde vatandaş, tahammülü giderek zorlaşan konteynırlarda yaşamaya mahkûm ediliyor? Neden, korozyona uğrayıp çürümeye yüz tutan konteynırlarda ağır sağlık koşulları, su, elektrik kesintilerinde her geçen gün artan bir mağduriyet altında yaşamak zorunda bırakılıyor? Bu sorunun cevabı var mı? Yok.” (1).

Bugün anaakım planlamanın, kapitalist modernite projesinin bir biyoiktidar aracı olarak, nüfus kontrolü, norm/normalizasyon üretimi ve gözetim/gözetleme toplumu yarattığı çokça kaynakta eleştirel bir şekilde ele alınıyor. Kamu yararı ve katılımcı planlama pratikleri çoktan boş gösterene dönmüş durumda. Zaten deprem sahasında OHAL ilanı peşine, sistemsel anaakım planlama bile askıya alındı.

Sistem-içi eleştirel planlama, mekân üretimi ise birey/kurumların nelerin yapılması/yapılmaması gerektiğini işaret ettiği bir talep siyasetine indirgenmiş durumda. Ve biliyoruz ki, talep siyaseti esasen kapitalizmin kurucu dinamiği.

Halihazırda barınma vesair sorunları doğrudan yaşayan yerel halkın bir kısmı, sokaklarda örgütlenerek, eylemler yaparak, talep siyasetinin ötesinde somut durumun somut tahlilini gözler önüne seriyor; “Sorunumuz sadece barınma değil. Eğitim, sağlık, ulaşım, güvenlik, altyapı-üstyapı gibi her biri hayati öneme sahip büyük sorunlar yaşıyoruz. Hatay halkı olarak sorunlarımızı çözmenin iradesine sahip çıkıyor ve hepsinin üstesinden gelmek için adım atıyoruz.” (2)

Antakya’da Barınma Hakkı Platformu’ndan Ece Doğru durumun sözcülüğünü yapıyor; “AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca kamu kurumlarının özelleştirilmesine, halkın doğal varlıklarının talanına, mülksüzleştirme ve el koyarak birikime dayanan, büyük bir kısmı inşaat sektörü üzerinden işleyen bu sermaye birikim rejimini çeşitli yollarla asalak sermaye gruplarına peşkeş çekmesi, deprem vergisi gibi kamu için harcanması gereken paraları insanların gözlerinin içine baka baka ranta harcaması sonucu bu noktadayız. Bu bağlamda devlet tamamen şirkete, halk ise müşteriye dönüştürüldü.

Halklar, kapitalizmin kurucu pratiklerini reddediyor. Anaakım bilgi üretiminin aksine, yaşamın içinde kavram üretiyor; “Müşteri değil depremzedeyiz”, “Yaşam alanıma dokunma”, “Bedelsiz konut istiyoruz”…

Öyleyse, bize Marx’ın 11. tezde işaret ettiği gibi, süreci sadece yorumlamak değil, devrimci dönüşümü tesis edecek başka mekânsallıkları, kentleşmeyi çalıştırmak yolu kalıyor. Radikal kent hakkı tam da bunu mesele ediyor.

Mevcut sistemin sorunlarını açıkça irdelemeyen, özneleri/kurumları/üretimleri aksayan yönleriyle (öz)eleştiresel bir şekilde ele almayan, “normal koşullarda” sorun yokmuş gibi salt akut durumlara eğilen, kök sorunları görmezden gelen ve/ya görünmez kılan-üstünü örten, iktidardan/karar vericilerden talep siyasetine indirgenmiş vb. bir mekânsal üretim bizi başka bir yere taşımıyor. O zaman anti-kapitalist, kullanım değeri odaklı devrimci bir kentleşmenin tahayyülü şimdi değilse ne zaman?

1. https://t24.com.tr/yazarlar/cigdem-toker/2025-butcesi-konteynirda,47906
2. https://www.evrensel.net/haber/524773/antakyada-barinma-hakki-icin-miting-rezerv-alan-yasasi-iptal-edilsin

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa