29 Ocak 2025

Huzursuzluk ve umut

Bilmiyorum nasıl adlandıracağımı… Üstelik şart mı? Literatüre yeni bir ad eklemek de haddimiz değil açıkçası…  Henüz adı konulmamış veya böyle bir gereksinime gerek duyulmamış da olabilir. Belki de adı konmuş ama biz, kendi yetersizliğimizden bunu duymamış da olabiliriz. 1968 gençliği değil, henüz çok küçüğüz, hatta bebek. 1978’de onlu yaşların ortasına ulaşamamışız. 1980’leri -artık ne kadar bilinçlenebilmişsek o kadar ve çoklukla acı içerisinde- yaşamış; 1990’ların ikinci yarısına bir kala yapılan yerel seçimlerde ibre bayağı karamsarlığa yöneldiğinde “Ah ulan beş yıl bunlara nasıl katlanacağız” diye hayıflanan ve 21.yy’ın ilk çeyreğine “bunlarla” ulaşan bir kuşaktır sözünü ettiğim. Bir ad koymuşlarsa da bilmiyorum. Mehmed Kemal “Acılı Kuşak” adını kapmış bizden çok zaman önce.    

Elbette hem orta hem fanatik sol ve sağın en az iki partiye bölündüğü o ağır silindirin etkisiyle başladı huzursuzluk.

Hep post kavgasıydı. Biz, işte bu adını koyamadığımız, konmuşsa bile bizim bilmediğimiz bu kuşağın duyarlı insanları ağız açık bir o yana bir bu yana savrulup durduk, çoğu zaman kahrolduk… Guantanamo konukevinin “Bizden büyük o vardı abi” dediği Evren mekanlarından ağır travmalar eşliğinde dışarı çıkan, herkese gül bahçesi olası dünyamızda bizden beş on yaş daha kıdemli büyüklerimizle birlikte kendimizi alkolün tutsaklığına verdiğimiz de oldu; yoksa anlamsız çarpıyordu yürek, duyarsızlığa katlanamıyor, olanlara akıl erdiremiyordu. Gevezeliğimizi, bir yerden sonra iticiliğimizi kabul ediyorum- meyhane devrimcileri olduk böylelikle, hiç olmazsa dost bir gül atmasaydı.    

Biz duyarlı olanlardan söz ediyoruz.

Duyarsızları ise her zaman olduğu gibi üç M: Mevki, makam, mangır.

Umudu yitirmemek gerekliydi… Bir gün mutlaka idi… “İnsan, alemde hayal ettiği müddetçe yaşar” dizesinin sahibini çoğumuz sevmiyordu ama o dizeleri beynimize gömmüştük; hayal, umut aynı şeydi. Avuntu muydu, bir ışık mı görüyorduk yoksa kendimizce güzel yarınları hedefleyen bir hareketin içinde miydik, her neyse ama bu umut huzursuzluğumuzu azıcık dağıtıyordu. Geçimimizi sağladığımız işlerimizden ve ailemizden arta kalan zamanları sanatla, kültürle, edebiyatla dolduruyorduk; sendikalarda, derneklerde görev alıyorduk. Görüyorduk üst siyasetin bataklığı gül bahçesi, kendini haber getirici gösterme yüzsüzlüğünü.

Eylem içimizde vardı. Ülkenin dört bir yanından akıyorduk sellercesine… Çoğumuz gemileri yakmıştık dönmemecesine… Meydan… Her bir notası damarlarımızı genişleten, yüreğimizi kabartan, adrenalimizi arttıran gümbür gümbür müzik… Ahmet Kaya, Grevvv… Selda Bağcan, Adaletin Bu mu Dünya?... Yuh yuh…

Bazen çok kötü dayak yiyorduk… Burası vücudun neresi demeden vuruyorlardı. Kadınların saçlarından tutup yerlerde sürüklüyorlardı…  

Robotların acıma duygusu olmaz, biliyorduk…

Ve hep ötekileştirildik, bizimle aynı düşünceyi paylaşmayan arkadaşlarımıza bile kendimizi anlatamadık ya da anlamak istemiyorlardı zaten. Devlet kutsaldı, ona kalkan eller kırılırdı… Haindi yürüyüş yapanlar, görüldüğü yerde başları ezilmeliydi… Onlar öyle yetiştirilmişlerdi, kıramıyorlardı kalıpları…

Oysa ihaleden insan haklarına, eğitimden sağlığa, vergiden sergiye, iğneden ipliğe kadar değişiyordu yasalar, yönetmelikler, tüzükler; günbegün… Eskiden iki ucundan iki kişinin tutarak koca ağaç gövdesini kestikleri testere gibi “bir sana, bir bana” değildi değiştirilenler; keser gibiydi “Rabbena hep bana”… Yoksullaştırma bütün hızıyla sürüyor, doğal afetlerin yıkımı ranta çevriliyor, yemyeşil doğaya, masmavi kıyılara el konuyor;  örümcek “Kırmızı Pazartesi” misali ağını örüyordu.

Seçimler de yapılıyordu elbette… Birileri ellerini ovuşturup işte demokrasi filan deyip sandıkları boyayıp cilalarken, muhalefet post kavgasından, muhaliflerin kafasını karıştırmaktan, küstürmekten, isyan ettirmekten öte bir şey yapmıyor ve de dolayısıyla bir değişiklik olmuyordu. 

Bunlarla birlikte eylem alanlarında patlayan bombalar… Madenlerin, inşaatların, orta alt sınıf insanların çalıştığı yerlerin ölüm saçması… Dünyaya “merhaba” der demez sırtından para devşirilmeye çalışılıp öldürülen bebekler… Aile içinde, mezarlıklarda, gizli kapaklı yerlerde tecavüze uğrayıp öldürülen beş, on yaşında hatta daha da küçük kız çocukları… Kadın cinayetleri… Çevremizi saran şiddet sarmalı… Adaletsizlik duygusu huzursuzluğumuzu arttırıyordu.

En büyüğü beş yaşında üç çocuğunun üzerine kapıyı kilitleyip dışarıya çıkmak zorunda kalan bir anne… Baba adi suçtan içeride, yoksulluk diz boyu, evde ekmek yok, mevsim kış…  Sonuç: Çocuklar sobanın sebep olduğu yangınla…

Geceliği bir asgari ücretlinin aylığına hatta iki aylığına denk gelen bir otel… Kış turizmi… Bir yangın… Otuz altısı çocuk, yetmiş sekiz can…   

Yoksulun ve orta üst sınıfın aynı trajediyi yaşadığı bir ülke…

Söyleniyor ya hâlâ: Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz… Duyulmuyor, duyanlar ya iplemiyor ya çaresiz…

İhmal, kazanma hırsı, adam kayırma, bizdense kapatalım, onların iğne ucu kadar hatası varsa acımasızca yüklenelim… Muhalif siyaset erbabından önce “hot zot”, sonra “tıss”… İktidar: Adalete güvenin, siyaset yapmayın… Toplumda, ı-ıh… Ne bir ses ne bir nefes… Ne yapsınlar, kime güvensinler?

1990’lardan bu güne adım adım gelindiğini düşündükçe çıldırıyor insan, bir anda her şey anlamsızlaşıyor diyecekken Ahmet Arif sesleniyor karabulutların arasından: “/…/ Öyle yıkma kendini, / Öyle mahzun, öyle garip... / Nerede olursan ol, / İçerde, dışarda, derste, sırada, / Yürü üstüne - üstüne, /Tükür yüzüne celladın, /Fırsatçının, fesatçının, hayının... / Dayan kitap ile / Dayan iş ile. / Tırnak ile, diş ile, / Umut ile, sevda ile, düş ile / Dayan rüsva etme beni. /…/”

"Bir umudum sende, / Anlıyor musun?​”            

Evrensel'i Takip Et