Kelime eksikliği
![](https://www.evrensel.net/images/840/upload/dosya/283243.jpg)
Fotoğraf: Freepik
“Söz bitti” cümlesini oldum olası sevmem. Söz biterse edebiyat biter, kalem kırılır, derman biter, insan biter.
Sözün uzunluğu ile derdin büyüklüğü doğru orantılı olmak zorunda değil.
Hemingway’in kaleminden dünyanın en kısa öyküsü, onlarda 6 kelime, bizde 5.
“For Sale: Baby Shoes, Never Worn” Satılık bebek patikleri: Hiç giyilmemiş.
Buyur; üzerine nesillerce kafa yor dur.
Milenyum diye kutlamalar yaptığımız o yıla dönsek ve başımıza gelen berbat şeyleri kaleme almaya başlasak, yüzlerce başlıkta en az onar ciltlik ansiklopedi çıkıyor.
Başımıza gelen iyi şeyleri yazalım desek öncesinde uzun uzun zaman ayırmak gerek, hatırlayabilmek için. Kimselerin vakti kalmadı böyle uzun uzadıya çabaya, hızlı eksiliyoruz.
Söz bitti diye başlanıyor konuşmalara, bakıyorsun soluksuz yarım saat geçmiş, hâlâ eksiği kalmış anlatının, sıralı listeler var, anmasan da olmuyor.
Söz bitmiyor da kelimeler eksik kalabiliyor.
Altı yüz binin üzerinde kelime var dilimizde lakin çağın getirdiği duyguların tanımı yok.
Çocuklar öldürüldüğünde, işçiler öldürüldüğünde, kadınlar öldürüldüğünde, gazeteciler tutuklandığında, ev baskınlarında, gözaltılarda, haksızlığa, hukuksuzluğa, şiddetin her türlüsüne uğrayanın yerine koyabiliyoruz kendimizi, geride kalanların acısını anlayabiliyoruz. Bu yüzden bunca yaralıyız zaten, sırtımızda kesilen ağacın, kuruyan derenin bile yasını taşıyoruz.
Ama mesela, katile tahliye, suçsuza ceza vereni tanımlayabildiğimiz bir kelime yok, havsalamızda yeri de yok.
Almanlar “fremdschämen” diye bir kelime bulmuş, “Başkalarından utanmak” anlamında.
Utanmak yeterli fiil mi emin değilim. Utanç kelimesi yetersiz kalıyor ama söz bitti anlamına gelmiyor.
Belki Hemingway gibi kısadan giderek öyküsü yazılmaya çalışılabilir: “Islak tuvalet terliği böyle insana yeğdir.”
Savaşlar ortasında kaldık. Şuracığımızda çocuklar öldürülüyor, siviller taranıyor, bombalar yağıyor.
Sınır çizgileri üzerinden matematikler yapılıyor ekrana yansıyan haritalarda. Sıcakta kan parlar, soğukta kara-kızıla döner rengi. Cesetler kokar ve korkunçtur parçalanmış insan görüntüleri.
Beşeri haritalarda görünmez, fiziki çizimlerde anlaşılmaz. Ama işte o görüntü, o koku, yüz yüze gelmese de insan olanın kabuslarında hortlar.
Weltschmerz, diyormuş Almanlar buna: Dünya acısı, evrenin kederi manasında.
Bir türlü dingin, bir türlü huzurlu uykulara yatamayanlar için işte bir kelime.
Dünya acısını, evrenin kederini körüklemeye koşanları tanımlayan böyle bütünleşik bir kelime yok. Demek insanlık kötülüğü tanımlarken bile reddetmiş sınırlarını.
Köpkötü, zalim, faşist, alçak, aşağılık... Olmuyor.
Kelimeler eksik kalıyor. Söz bitmez: “Tek cennet var, yeryüzünden silindikleri gün.”
Bir eleğin içine kurmuş gibiyiz yuvamızı. Kötülük tazyikli şekilde her delikten fışkırıyor.
Nereyi tutacağımızı, hangi deliği kapatacağımızı şaşırmışız.
Üstelik koşarken keşkelerimiz ayağımıza dolanıyor.
“Torschlusspanik” demiş Almanlar: Hayatta hiçbir şeyin zamanında yapılmadığı hissiyatının verdiği panik ve endişeymiş.
Karşılığında “Haydi ayağa kalkın da bunu hep bir aşalım, bildiğin her şeyi unut da bu sefer ezberleri yıkıp başaralım” anlamında bir kelime yok.
Ama Ferhan Şensoy demiş işte, söz bitmemiş: “Çok faşist bir yağmur yağıyor, sanırım bir kocaman şemsiyenin altında toplanmanın zamanı.”
Yüzünü görmek istediklerimiz dört duvar arasında tutsak, ömrümüzden eksik olsun dediklerimize her gün maruz kalmışız.
İçimizde bir öfke, kını yok, kendimizi kesiyor. Bakışlarımızda yerleşik bir tiksinti, bu coğrafya insanının iki kaşının arasındaki çizgiye çare bulunamıyor.
Dayak yemiş gibi geziyoruz, dudaklarımız aşağıya sarkık, gözler karamsar, erken yaşta saçlarda aklar.
Backpfeifengesicht demiş Almanlar, bir insanın yüzüne bakarken hissedilen yumruğa benzer ifadeymiş.
Sana helal olsun dediklerimizin yüzlerini iki elimiz arasına alıp sıkmak, elleri sırtında pıt pıt yapmadan şöyle doya doya sarılarak güç vermeye çalışmak anlamında bir kelime yok.
“Sen sağ oldukça biz var oluruz” ya da “Tırnağına kurban olsunlar” diye anlatmaya çalışıyoruz derdimizi.
Her gün şaşırıyoruz kendimize, nasıl yaşayabiliyoruz bu mezbelede diye, elde yok avuçta yok özgürlük yok huzur yok nefes yok.
Sırat köprüsüne dönmüş geceler iki sabah arasında.
“Drahtseilakt” diyormuş Almanlar; tel üzerinde yürüme başarısı, zor koşulları idare etme yeteneğiymiş adı.
Ama gücümüz anca o tel üzerinde bizi hayatta tutmaya yarıyor. Çıkışı aramaktansa olana ağıtlanmayı seçiyoruz çoğunlukla.
Yöntemlerimiz aynı, söylemlerimiz de. Bagaj yüklerimiz ağır, ağır hayatlarımız, ağır adımlarımız, vedalaşamıyoruz hatalarımızla, barışamıyoruz da.
Bu ağırlığın bizi tembelleştirdiğinin farkında değiliz. Elek delikleri tıkamaya uğraşmayı çaba, çalışkanlık sanıyoruz. Kendimize deliksiz bir kap üretmek gelmiyor aklımıza.
Kelime yetmiyor ama Mevlana ne demiş “Kim olursan ol gel.”
Öyle yandık işte, bundan sonra kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.
1933'ün mart ayı Almanya ayazını iliklerimde hissediyorum. Ondandır bunca Almanca.
O günden bu yana dünyadaki her Yahudi eminim düşünmüştür: “Neleri farklı yapardım?” diye.
Keşkeleri boğuyordur bazılarını, mazlumdan zalime, soykırılandan soykırana dönüştükleri bu yüzyıl içinde.
Bir kelime yok ki anlatsın: “İyi ki’lerin riskini her şeye rağmen göze almak, keşkelerde boğulmaktan yeğdir” diye.
Bir kelime ne çok şeyin önüne gelebiliyor, örneğin “YETER”
Ya da bir cümle ne çok şeyin tahayyül yolunu açıyor: “YAŞAMAK İSTİYORUZ.”
Söz bitmez. Yeni bir hikaye yazmak gerekir sadece.
Evrensel'i Takip Et